Genellikle Uykusunu Alamayan Kişilerin Söylediği 'Afyonum Patlamadı' Sözünün Nereden Geldiğini Biliyor musunuz?

Haydi gelin Osmanlı'ya bir gidelim de afyon nasıl patlıyormuş öğrenelim.

Önce Türk Dil Kurumu'muza sorduk: Afyon, afyon çekmek ve afyonu patlamak nedir? Aldığımız cevaplar şöyle:

Afyon: Olgunlaşmamış haşhaş kapsüllerine yapılan çiziklerden sızan, güçlü bir zehir olmakla birlikte içinde morfin, kodein vb. uyuşturucular bulunan madde.

Afyon çekmek: Keyif için afyon yutmak.

Afyonu patlamak: Ayılmak, kendine gelmek.

Biz genelde afyon ile ilgili üçüncü deyimi kullanıyoruz. Ancak bu, ilk iki anlamından ne kadar da bağımsız görünüyor öyle değil mi?

Çünkü dil yaşayan bir şey ve söylemlerimiz yüzyıllar boyunca şekil değiştirerek anlamlarını kaydırarak günümüze kadar gelmiş ve geleceğe gidiyor. O halde gelin şimdi bu anlamların aslında birbirine ne kadar bağlı olduğuna bakalım.

Bunun için de şöyle bir Osmanlı'ya ve Osmanlı'da Ramazan aylarına uzanmamız gerekiyor. Tahmin edersiniz ki bu aylarda öyle kolay kolay bir şey yiyip içemezdiniz etrafta.

Gerçi pek de bir şey değişmedi gibi ya, neyse! Aslında değişmeyen bir şey daha var: mesela tiryakiler, afyon olmasa da özellikle sigara tiryakileri, ne yapıyorlar efendim oruç tutarken? Hep duyuyoruz ki asabi oluyorlar. İşte Osmanlı'da afyon tiryakileri buna bir çare bulmuşlar.

Afyonu bir macun haline getirip mercimek büyüklüğünde topladıktan sonra ince kağıtlara saran tiryakiler...

Uyuşturucuyu adeta bir kağıttan bir kapsül haline getirerek sahur vakti yutarlar. Bu kapsülün mide öz suyunda dağılması ise kişinin bünyesine bağlı olarak 2 ile 5 saat arası sürer.

Ve "zeki" tiryakilerimiz Ramazan ayında hem oruç tutmayı becerir hem de uyuşturucu kullanmayı; ancak...

Bazen işler ters gidebilir, kağıtlar gerektiği sürede erimez. İşte o vakit dostlar tiryakilerimiz bir hayli asabi olurlar. Ve deyimimizin bugünkü anlamında olduğu gibi 'kendilerine gelemezler.' Kısacası midedeki afyonları patlamamış olur.

Belki şimdi aklınıza şu gelebilir: "Yahu üç beş tiryaki yüzünden böyle herkese yayılacak bir deyim olmaz, yapma!"

Dostlar şöyle bir tarihe baktığımızda bu tiryakilerin sayısının hiç de azımsanamayacak kadar olduğunu görürüz. Öyle ki -belki bazılarınız biliyordur- Süleymaniye semtinde 'Tiryakiler Çarşısı' diye bir yer vardır.

Bu çarşıya hakim olan sınıfa ise "esnaf-ı bengciyân" denir. Beng, Farsçada esrar demektir dostlar.

Yani anlayacağınız Osmanlı'da uyuşturucu ve özellikle esrar günlük bir şeydir. Evliya Çelebi'nin kendi döneminden (17. yüzyıl) bildirdiğine göre esnaf-ı bengciyânın 16 dükkanı vardır ve bu iş kolunda 60 kişi çalışır.

Ayrıca Evliya Çelebi sadece erkeklerin değil kadınların da afyon kullandığını ve bu konuda yaşadığı şaşkınlığı belirtir. Dahası bazı erkekler afyon içen karılarına katlanamazlar ve vakitlerinin çoğunu kahvehanede geçirirler.

Osmanlı'da esrar kullanımı çok eskilere dayansa da zamanla şekil değiştirir.

İlk dönemlerde kenevir yaprakları yakılarak dumanı çekilir veya bahsettiğimiz gibi macun yutulur. Tütün kullanımının yaygınlaşmasından sonra ise kenevir yaprakları tömbeki ile karıştırılarak nargilede içilmeye başlanır.

Ve yaygınlığını düşünün ki 4. Murat hariç o güne kadar hiçbir hükümdar ne esrardan yana ne de ona karşı olabilir.

Hatta 1584 yılında esrara düşkünlüğü bilinen Özdemiroğlu Osman Paşa sadrazam dahi olur. Bunun yanında 4. Murat'ın 1630'larda koyduğu tütün ve kahvehane yasağı da malumunuz; ancak o da başarılı olamaz. Ve ta 19. yüzyılda, 25 Nisan 1864'te yayımlanan Attarlar ve Kökçüler Nizamnamesi ile esnafın esrar satması yasaklanır.

Son olarak... Osmanlı'nın son 60 yılına şahit olan hem memur hem yazar Abdülaziz Bey'in kaleminden Osmanlı tiryakilerini okumanızı isterim, esrar değil belki ama kahve konusunda kendi adıma pek bir şey değişmemiş sanki.

“Afyonun kötü tesiriyle çok zayıf, çelimsiz ve çoğu da ihtiyar olduklarından en ufak bir gürültü ve şamatadan ürküp, telaşa düştükleri için afyon kahvelerinde çok sakin, sessiz oturulur, her türlü hareketten kaçınılırdı. Süleymaniye’deki Tiryaki Çarşısı halkı gece ikilere kadar bu kahvelerde otururdu. 

Evi uzak olduğundan erken gitmeye mecbur kalanlar arkalarında ufak zembil, ellerinde bir değnek, ufak muşamba fenerle suratları asık, gözleri uyur gibi, benizleri soluk, sesleri kısık, düşkün bir halde kızgın ve öfkeli bir tavırla kahvehaneden çıkarlardı…

Uzun bir yolu olan fakat bu müddet zarfında da afyonsuz ve kahvesiz duramayan tiryakiler tenhada münasip virane bir köşe bulup zembilini indirir, zembiline koymuş olduğu ufak tahta parçaları, kuru yaprak ve çırayla bir ateş yakar, yine zembilinden cezve ve fincanını çıkarıp kahve pişirir, kahve ile bir de afyon yutar, keyfini yeniler, sonra da yine güçlükle yoluna devam ederdi.”

Bu içerikler de ilginizi çekebilir:

Osmanlı Döneminde Saraylar Soğuk Geçen Kış Günlerinde Nasıl Isıtılıyordu?
Ortamlarda Sohbet Açacak Bilgilerde Bugün: Türkçe Gün Adları Nereden Geliyor Acaba?
Bilimde Çığır Açmasına Rağmen İnsanlar Tarafından Oldukça Az Bilinen İslam Bilim İnsanları

Popüler İçerikler

Önce Meydan Okuyup Sonra R Yapmıştı: Murat Övüç "Bülentinkiler Sahte" Dediği Diva'nın Eteklerine Kapandı!
Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!
İstanbul Bağcılar ve Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Okullarda Yılbaşı Kutlamasını Yasakladı!
YORUMLAR
27.11.2020

Meğer Dilipak kültürümüze sahip çıkmaya çalışıyormuş bilemedik 😂 Bu arada güzel detaylı bir içerik olmuş teşekkürler...

27.11.2020

zevkle okudum,güzel içerik

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ