Marcus Graf Yazio: Büyü ya da Yok Ol

İnsanoğlu varoluşundan beri dünyayla olan ilişkisini sürekli sorguladı. Thales, Lao-Tze veya Yajnavalkya'nın felsefi metinleri bize en az 3.000 yıl boyunca insanların varlıklarının ontolojik sorunlarını gözden geçirdiklerine dair yazılı kanıt sağlıyor. Bu bağlamda, doğa ve kültür arasındaki karşılıklı ilişki belirsizliğini koruyor. 

Büyük krizler, sosyal bozulmalar, ekonomik bunalımlar, ekolojik felaketler ve küresel savaşlar bu soruları daha da acil hale getiriyor. Tabii ki, yalnızca mevcut COVID-19 salgını nedeniyle değil, son 20 yıldır, somut çevre sorunlarımız nedeniyle, ekolojik konular bilimde, politikada ve medyada her zamankinden daha fazla ele alınıyor. 19. yüzyıldan beri çok sayıda araştırmacı küresel iklim değişikliğini araştırdı ve 1970'lerden beri çevre aktivizmi ve ekolojik bilinç toplumda giderek önem kazanıyor. Greenpeace'in 1971'de kurulması ve dünya çapında yaklaşık 90 yeşil partinin kurulması, yeşil politikanın önemi konusunda artan farkındalığın kanıtıdır.

Peki, sanat alanındaki çevresel sorumluluk? Antik dönemden beri sanatçıların ekolojiyle gerçekten ilgilenmediklerini veya çevre sorunlarıyla ilgilenmediklerini biliyoruz. Doğa, sadece asıl figür için güzel bir arka plan anlamına geliyordu. Manzara resminde bile çevre, dünyanın canlı ve idealize edilmiş bir fikri olarak anlaşılıyordu. Ayrıca, sanayileşme çağının feci etkilerinin doğada somut olarak görülebildiği 19. yüzyılda, sanat hâlâ insan merkezciydi. Sonrasında modern ve neo-modern dönem savaşının avangardları da umursamadı.

Peki çağdaş sanatın doğayla olan ilişkisi nasıl?

Bizler çağdaş sanatçıların dönemlerinin güncel dertleri ile uğraştıklarını zannederiz. Bu durum çağdaşlığın temel ön koşullarından biridir. Nitekim 1980'lerden beri sanatçıların postmodernizm, alter modernizmi, büyük anlatılar, özgünlük, kimlik, siyaset, ekonomi, cinsiyet, azınlıklar, tarih, sömürge veya küreselleşme gibi acil konularla uğraştığını görüyoruz. Fakat ekolojik meseleleri ele alan sanat eserlerinin sayısı gülünç denecek kadar az. Bugün bile küresel ısınma ve insan kaynaklı diğer çevresel felaketler manşetlere taşırken, eko-sanat, organik sanat veya çevre sanatı alanında çalışan sanatçılar bir azınlıktan oluşuyor. Bununla birlikte, son on yıldır sayıları giderek artıyor, bu da bize, sanat dünyasının ezici öneminin farkındalığını güçlendirmek için çevre katılımı bağlamında daha güçlü bir katılım görmemizi ümit ediyor.

Yapıtlarında her zaman doğa ile ilgilenen sanatçılardan biri de Ahmet Duru'dur.

On yıldan fazla bir süredir doğa betimlemelerini ve zihin sentezlerini odağına alan sanatçı bu anlatımları yaratmak için ağaçlara, bitkilere ve ormanlara yöneliyor. Yapıtları, yıkıcı ayak izleri, bitmeyen tüketimleri ve korkunç israfıyla insanın dünya üzerindeki olumsuz etkisini ortaya çıkararak bu ilişkiye eleştirel bir bakış açısı getiriyor. 

Ferda Art Platform’da gerçekleştirdiği Büyü ya da Yok Ol adlı kişisel sergisinde (04.12.2020 ─ 07.01.2021), insanlığın doğa üzerindeki feci etkisini daha da belirgin bir sanatsal tavırla sunarak bu eleştiriyi güçlendiriyor. Sergi, çevremizle daha sağlıklı bir ilişki ihtiyacını ortaya çıkaran çizimler, resimler ve nesnelerden oluşan serilerle bir araya geliyor. Yine de işler, siyaseti şiirsellikle dengeleyerek basitleştirilmiş veya polemik haline gelmiş eylemciliğin ötesine geçiyor. Yaşam tarzımızın karakterize edildiği iki kutup olan güzellik ve çirkinlik, eserlerde eşit olarak ifade ediliyor. Bu anlamda sergi, sanatta eleştiriyi estetikle başarılı bir şekilde birleştiren bir çevre aktivizminin kavramsal olarak güçlü ve estetik açıdan çekici bir ifadesi anlamına geliyor.

Birkaç eserde su basmış veya tahrip olmuş manzaralar görülebilir.

Su Yüzüne Çıkma II’de bitkiler ve çimenli ovalarla çevrili bir su alanının detayını gösterir. İlk bakışta, görüntü hoş ve sakin olmasının yanı sıra oldukça tuhaf ve estetik görünüyor. Fakat yakından baktığımızda bunun pastoral bir göl görüntüsü olmaktan oldukça uzak olduğunu anlıyoruz. Bitkilerin ölü kısımları su yüzeyinden dışarı çıkarken, bazı tahta çubukların ise kırık olduğu görünüyor.

Zaman ve mekân tanımsızdır ve insan ortada yoktur. Eserin anonimliği ve tenhalığı nedeniyle, kıyamet sonrası bir dünya için evrensel bir sembol haline geliyor. Gerçekten de bu eser, parkta güzel bir pazar yürüyüşünün resimsel bir aktarımı değil, Ahmet Duru'nun memleketine yakın bir mısır tarlasının aşırı su basmış kısmından bir kesit. Tarım arazileri, tarımsal kötüye kullanım ve yanlış bir sulama politikası nedeniyle tahrip ediliyor. Sonunda, doğa daha önce kendisine ait olanı geri aldığı için arazi kullanılamaz hale geliyor. Çalışmaları bizzat kendisinin çektiği fotoğraflara dayandığından, resimleri ve çizimleri gerçekçi bir estetiğe bürünüyor, dolayısıyla sergilenen eserler belgesel bir değer taşıyor. Dünyayı olduğu gibi sunan Ahmet Duru, nazikçe gezegenimizin yaralarına gözlerimizi açıyor.

Açıkça eleştirmeye adanmışlığının bu oldukça yeni unsurunu birçok eserde görüyoruz.

Siyah beyaz Arazi, tasvir edilen çamurlu alan ilk olarak I.Dünya Savaşı'ndan kalma bir savaş alanına benziyor. Gerçekçi çizim yaklaşımı, eski belgesel fotoğraflarla resmi benzerlikler ortaya koyuyor. Yine de felaketin sebebi doğaya yanlış muamelemizdir, insanlar arasındaki savaş değil. Dünyanın esas olarak tarımsal veya endüstriyel üretim için ham madde deposu olarak görüldüğü modern insanın doğayla yabancılaşmış ilişkisi Duru'nun eserlerinde açığa çıkar. İnsanlar olarak bizler, sonunda hiçbir şey kalmayana kadar çevremizdeki her şeyi tüketiriz. 

Modern ülkelerde doğa eksiktir. Onun yerini kültür almıştır. Bolluk diyarlarında gösteri toplumları o kadar bencil ve egosantrik bir hale geldi ki kapitalist üretkenlik ve kâr söylemleri, Barbara Krüger'in 'Alışveriş yapıyorum, öyleyse varım' sloganıyla (1987) Descarthes'ın 'Düşünüyorum öyleyse varım' (1637) söyleminin yerini aldığı radikal bir aşırılık ruhu yarattı. 1972'de Kanadalı yazar ve film yapımcısı Alanis Obomsawin’in, 'Bu Toplantının Başkanı Kimdir?' adlı kitabında yazdığı, yalnızca son ağaç kesildiğinde, son balık yakalandığında ve son nehir zehirlendiğinde, parayı yiyemeyeceğimizi anlayacağız. Bugün, vahşi kapitalizmin ve ezici tüketiciliğin gezegenimiz üzerindeki etkisi nedeniyle, bu söz son derece doğru ve güncel hale geliyor.

Bu günlerde, çoğu zaman dünya parmaklarımızın arasından kayıp gidiyormuş gibi geliyor. Gerçek kavranamaz ve etrafımızdaki her şey sürekli bir akış içinde dönüyor gibi görünüyor.

Bu sürekli hareket ve geçiş hissi, kalın yağlı boya katmanlarının tuvalden kayıyormuş gibi göründüğü resim serisine güzel bir şekilde yansımıştır. Sergide Orman Serisi IV başlıklı parça böyle bir örnektir. Resim gece vakti gözlemlenen bir ormanı gösteriyor. Karanlık, tekinsizlik ve yalnızlık atmosferinin altını çiziyor. Resmin parlak bir şekilde aydınlatılmış cephesinde birkaç gövde görünürken, resmin arka planı siyahtır ve bu nedenle ön alanla güçlü bir kontrast oluşturur. Bu etki aynı zamanda bir derinlik yaratır ve sanatçının illüzyonist perspektif kullanımını destekler.

Çalışma sakin ama yine de biraz ürkütücüdür. Resmin sol alt köşesindeki boyanın akışıyla resmin tuhaflığı güçlenir. Ön tarafta, resmedilen sahne eriyor gibi görünür. Tanımlanmış nesneler belirsiz organik formlara dönüşmeye başlar. Tıpkı gerçeğin ve fantezinin rüya-gerçeklik denen garip yapıyla birleştiği bir düşte olduğu gibi, gerçekçilik soyutlama ve deformasyonla çatışır. Bu sentez, esere son derece çekici bir estetik kazandırır ve aynı zamanda resim sanatının evrimine olumlu bir katkıda bulunur. 

Altta boş olan çerçeve, tuvalin altına kayan boya için olduğu kadar resim için de fazladan bir alan yaratıyor gibi görünüyor. Bir mekânın içine boşluk koyma yöntemi, bir resmin içine resim koymak kadar eskidir. Bunu eski ustaların resimlerinde olduğu kadar modern ve çağdaş sanatta da binlerce kez gördük. Ahmet Duru Orman Serisi IV’de çerçevenin fiziksel varlığını ve sergilenen boşluğunu yeniler ve ona alternatif bir yön verir. Bu çalışma aynı zamanda serginin kavramsal çerçevesi bağlamında da okunabilir. Doğanın nasıl değiştiğini, eridiğini, kaydığını ve formunu kaybettiğini gösterir. Hiçbir şey eskisi gibi ya da bizim bildiğimiz gibi değil. Ahmet Duru’nun yağlı boya kullanımı petrol sızıntılarını andırdığından ve petrol endüstrisi bildiğimiz en büyük çevre kirleticilerinden biri olduğundan esere ironik bir dokunuş katıyor.

Sergide manzara resimlerinin yanı sıra tekil bitki ve çiçek yorumlamaları da yer alıyor. Bu siyah beyaz çizimler, eski okul kitaplarından veya ansiklopedilerden bildiğimiz botanik illüstrasyonlarla benzerlikler gösteriyor. Birden fazla referans ve anlam katmanı açan peyzaj çalışmalarının aksine, bu küçük ve samimi parçalar, izleyiciye tek bir doğal elemente odaklanma şansı veren mikro kozmoslar gibidir. Klasik bir portre gibi, çizimler zamanı dondurur ve bu nedenle izleyiciye dikkatlice gözlemleme ve düşünme şansı verir.

Sergideki tek üç boyutlu çalışma, Ahmet Duru’nun Ağaç Ev serisinden yeni bir iş. Bu çalışma, mevcut durumumuzun mükemmel bir sembolü.

Bir yandan, bir ağaç evde oturur gibi yabancılaşmış ve izole edilmiş durumdayız. Ağacın içindeyiz ama aynı zamanda yabancıyız. İzinsiz giren bir parazit gibi, merkezde oturuyoruz ve ağacın alanını kullanmasına herhangi bir fayda sağlamıyoruz. Duru’nun ağaç evlerinin içindeki evler, genellikle izolasyon ve yabancılaşma kavramlarını daha da vurgulayan cam bir kâsenin altına yerleştirilir. Öte yandan, bir ağaç ev bir çocuk diyarıdır. Çocuk için bir sığınak olduğundan çocukluk hayalleri için bir en uygun yerdir. Ağaç ev, çocuğun yalnız kalabileceği ve ne isterse yapabileceği, söyleyebileceği veya hayal edebileceği bir yerdir. Bir özgürlük yeridir. Çocuksu bir ütopyanın tezahürüdür. 

Duru’nun heykelsi eseri, dünyadaki konumumuzu sorgularken inşa ettiğimiz evlerin bizi doğadan koruyup korumadığını veya bize onunla uyum içinde yaşama alanı sağlayıp sağlamadığını sorar. 

Neyse ki, birkaç ağaç kaldı ve bazı balıklar hala kirlenmemiş birkaç nehirde yüzüyor. Saat işlemeye devam ediyor, fakat akrep ve yelkovan saatin son saatin hemen önünde duruyor. Bu çılgın dünyada yaşama şeklimizi ve davranış şeklimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Ahmet Duru'nun güncel çalışmaları ve Ferda Art Platform’daki kişisel sergisi kültürel dönüşümün ve insan değişiminin önemini vurguluyor. Bu bağlamda sergi, 'Yaşayacak mıyız yoksa yok mu olacağız?' sorusunu sorarak doğayla olan ilişkimizi düzeltmemizin aciliyetini hatırlatıyor.  

Asıl soru bu!

Instagram

Facebook

Twitter

LinkedIn

Popüler İçerikler

Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı