Okuyanların %89'unun Öldürülen Kişiyi Doğru Bilemediği Ürpertici Bir Cinayet: Baltaya Sap Olmak!

Sherlock Holmes hikayelerini hepimiz severiz, değil mi?

Özellikle de cinayet hikayeleri, katili tahmin etme gibi üzerine düşünülmesi gereken ürpertici hikayeler herkesin favorisidir.

İşte size gerçek bir cinayet hikayesi.

Bakalım, katilin beyninin derinliklerine sızıp, sırlarını yakalayıp, öldürdüğü kişiyi tahmin edebilecek misiniz?

Alın, çayınızı kahvenizi gelin. Bu uzun cinayet hikayesini hep birlikte aydınlatmaya çalışalım!

Sessizliğin kuş cıvıltılarıyla parçalandığı Yıldız Parkı’nda O’nu bekliyordum.

www.walldevil.com

Gelirim dediği saati yarım saat geçmişti. Bekletilmekten hoşlanmayanlardan değilim. Bir şeyi, bir kimseyi beklerken kendime uğraş yaratır, zamanı hızlıca öldürmek için dikkatimi cezbedecek nesneler ya da hayaller bulurum. Parkın yukarı, iç taraflarında bir bankta otururken sağa sola koşuşturan sincaplar ilişti gözüme. Uzun uzadıya sincaplardan birinin hareketlerini takip ettim. Sanırım karnı acıkmıştı. Ağaç diplerine seğirtip duruyor, yiyecek arıyor gibiydi. En sonunda bir ağacın dibinde nasibini buldu.

Buraya üniversitedeyken daha sık gelirdim.

Fakat o zamanlar kâinatın efsunlu sesini duymaya değil; yalnız başıma demlenmeye… Okul ortamına hiçbir vakit alışamamıştım. Her şeyi sorguladığımı gören insanların bana tiksinç bakışlarından bıkmış, özellikle son sınıfta vaktimin çoğunu ya Gülhane’deki Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi’nde ya da burada geçirirdim. Alemdeki herkes sanki yalnızca beni ölesiye tenkit etmek ve istihza ile incitmek için yaratılmış olacak ki; “Bari denizi seyret! Nasıl adamsın sen?” diye çok kez azarlamışlardı. Denizi seyretmek mesele değil, denizi bulmaktı mesele…

Katil, ilk cinayetini işliyor.

İlkin fark etmedim geldiğini. En son taze ağaç kabuğu kemiren sincapların tıkırtısını ve dalları titreten kuşların kanat çırpışlarını hatırlıyorum. Sonra kuru bir sessizlik, hafızamın boşluğunda yüzen durgunluk… 

“Umut!” diye seslendiğini idrak etmiştim. Hiç oralı olmadım. İki üç kez daha seslendi sanırım. En son “Umut Özgür!” diye bağırınca sıçradım. 

Bu hayatta bir annem, bir de O bana iki ismimle hitap ederdi. Beni sevenler –ki sayıları nesilleri tükenmek üzere olan eski İstanbul beyefendileri kadar az- Umut, sevmeyenler ise Özgür derlerdi.

 Bu ayrımı ne zaman fark ettim bilmiyorum. Pek de bir önemi yok. 

Hemen ayağa kalktım. Karşımda öylece dikiliyordu. Her zamanki gibi şık ve zarif görünüyordu. “Neden burada buluşmak istedin?” dedi. En sevdiği oyuncağı ağlaya zırlaya ebeveynine aldırıp, aldığı gün kıran, parçalayan çocuk edasıyla: “Burayı seviyorum.” dedim.

Acelesi var gibiydi.

Sürekli saatine bakıp omuz silkmeye başlamıştı. Narin ve ak ellerini oynatışına gözüm takılmıştı. Sonra bakışlarımı ellerinden sıyırıp toprağa diktim. Başım öne doğru eğikti ve kaldırmadan konuştum: “Bir daha söyler misin? Benden bir baltaya sap olur mu?” 

Gözlerini kısarak baktı. Şaşkınlık ve tecessüs içinde: “Anlamadım?” “Sadece cevap ver. Ben bir baltaya sap olur muyum?” 

Sinirlerimi bozan bir ifadeyle gülümsedi. Neler olup bittiğini anlamak arzusu ile yanıp tutuşuyor ancak o her zamanki kendinden emin tavrından taviz vermek istemiyordu. 

“Özgür! Beni bekleyenler var. Acele gitmem lazım. Biliyorsun, yoksa burada kalıp seninle saatlerce konuşuruz.” 

Dondum kaldım! Usulca arkamı dönüp bankın arkasına doğru eğildim. Yerde duran poşetin altından cilalı tahta saplı, keskin uçlu baltayı elime alıp aniden, bana karşı koymasına fırsat vermeden kafasına hızlıca sapladım. 

“Özgür ha! Demek sen de beni sevmiyorsun.”

O kadar soğukkanlılık ve titizlikle yaptım ki sadece hareketime odaklanmıştım.

Yüzündeki son ifadeyi hatırlamıyorum. Birkaç saniye içinde yere sırt üstü düştü. Vücudu titriyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, sanırım acıdan şoka girmişti. Bu şok fazla sürmedi, hemencecik can verdi. 

Öldüğünü titremenin kesilmesinden anladım. Kafasından fışkıran kanlar üzerime sıçramış ama dert değil. Poşetin içinde yeni cicilerim hazır duruyor. Yerde yatmaktayken baltayı kafasından sertçe çekerek çıkardım. Sonra göz kararı simetri kurarak tekrar ani bir iki hamle ile kafasını bu sefer boydan ikiye ayırdım. Kafasının etrafında oluşan ufak kan gölünü sabırla izledim. Ruhum budalaca bir his olan pişmanlığın doğmasına fırsat vermeyecek kadar kararlı ve karanlıktı. Pişmanlık yahut tedirginlik hissetmiyordum ama mutlu da değildim. Etrafı kolaçan ettikten sonra baltayı az ilerdeki çöp kutusuna attım ve hemen oradan uzaklaştım.

Olası Maktul Adaylarını Tanıyalım:

Bir hafta önceydi. Gereksiz arkadaşlarımdan biriyle Salacak’ta buluşup bir çay içecek, çay içerken de yüksek lisans mevzusunu konuşacaktık. Arkadaşım yakında Sheffield Üniversitesi’nde master yapmak için İngiltere’ye gidecekti. Aynı bölümden –Boğaziçi Sosyolojiden- mezunduk. Uzun siyah saçlı, iri kemik gözlüklere sahip ama kısık kahve gözleri olan tıknaz bir zengin züppesiydi. Ona işim düştüğünden içimi afakanlar basmıştı. Ancak başka şansım kalmamıştı. Çok sevdiğim Selim Hoca yoğun olduğunu söyleyip beni atlatmıştı. Bizim bölümde doçentti. Arkadaşımla buluşmak için Üsküdar’dan Salacak sahile yürürken babam aradı. Telefonu açmak istemiyordum, sessize alıp cebime koydum. Fakat ısrarla aramaya devam edince kardeşlerime bir şey oldu sandım ve panikle telefonu açtım. Konuşmama fırsat dahi vermeden her zamanki gibi küfürleri, hakaretleri savuşturuyordu.

Karşımdan gelen kalabalıklar yüzüme bakınca sanki babamın saçmalıklarını duyuyorlar zannedip utanıyordum.

“Ozan ve Yiğit’i amcana göndereceğim. Sensiz gitmek istemiyorlar. Biraz da kardeşlerinle ilgilen puşt!” diye azarlayınca sözünü kestim: 

“Baba burada işlerim var. Yurtdışında yüksek lisans yapmak için fırsat kolluyorum.” 

“Başlatma şimdi yurtdışına, yükseğine ulan! Sana memur ol, efendi gibi yanımızda yaşa dedik. Ankara’nın neyini beğenmiyorsun? Kardeşlerini de mi düşünmüyorsun be tasasız? Ne halin varsa gör, bir baltaya sap olamazsın sen!” 

Çat diye kapattı telefonu yüzüme. Dişlerimi sıktım, şakaklarımdan belli ederek. Denize döndüm, rüzgar tenimi yalarken bolca sövdüm. Çevremden gelip geçenler deli mi bu, diyerek aval aval yüzüme bakıyorlardı.

Babama yalan söylememiştim. Babama hayatımda hiç yalan söylememiştim.

Bir keresinde beni seviyor musun, dediğinde hayır, demiştim. Dayağı yemekten kurtulamamıştım; ama gerçeği söylemiştim. Gerçek bir süre daha kalıp son kozlarımı oynamamı gerektiriyordu. Yabancı dil, ALES vs. Akademik kariyer için her ne gerekiyorsa lazımdı. Para ve şans hariç… 

Babam orta halli memur, amcam zengin bir müteahhit. Biraz yalakalık yapsam yurtdışı imkânı doğar mı acaba? 

Peki, ya kardeşlerim? Çok özlemiştim onları. İki hafta öncesine kadar beraberdik. Her şeye mukabil, onların hatırına güzel bir yaz geçirmiştik. Üstelik Ankara’da… Bana Ankara mı İstanbul mu, deseler İzmir, derim. Nedense pek yolum düşmedi İzmir’e ama orayı çok seviyorum. Bir tek orayı seviyorum.

Kız Kulesi’nin önüne vardım.

Arkadaşım henüz gelmemişti. Akşam olmak üzereydi. Beklemeye koyuldum. Göğe dilek feneri salan sersem aşıkları, manzaraya birazdan kaldırılacak panayır muamelesi yaparak acele acele fotoğraf çektiren turistleri izledim. Derken hava kararmıştı. Saatte baktım. Tam bir buçuk saat geçmiş ben geleli. Arkadaşı aradım. Bir işinin çıktığını, tam bana haber vermek için aramak üzere olduğunu söyledi. Telefonu kulağımdan alıp ekranı avcumda yüzüme çevirdim ve yüksek sesle haykırdım: 

“Kardeş, senin yapacağın işi…”

Her Katilde Olduğu Gibi Sorunlu Bir İlişki.

Ertesi gün Şule geldi eve. O’nu özlemiştim. Daha doğrusu sadece gözlerini ve dudaklarını… Bu kıza aşık değildim. Belki de anneme çok benzediği için O’na katlanıyordum. Gözleri aynı anneminki gibi zümrüt yeşili. Saçları her zaman fönlü, kumral. Bıktım şu senin düz ve uzun saçlarından, dedikçe her seferinde inatla aynı surette karşımda beliriyordu. 

Özel bir üniversitede işletme okuyordu. Babasının ne iş yaptığını hala bilmiyorum, annesinin de. Kodaman oldukları belliydi. Uzun zamandır tanışıyorduk ancak üç aydır sevgiliydik. Yani O’na göre. Bana göre sevgili olmak saçmaydı. Evlilik mantıklı. Loş ışıklı bir odada tam hararet yükselmişken gecenin bir vakti kadının “bizimkiler bekler” deyip kalkıp gitmesi sinir bozucuydu ve bunu defalarca yapmıştı. Bunu yapan kadın sevgilim olamazdı. Belki de O’na yeterince ilgi alaka göstermediğimi düşünüp beni cezalandırıyordu. 

Aptal Şule!

Beraber yemek yapmaya koyulduk.

O ara muhabbet etmeye başlamıştık. Bana her zamanki gibi saçma sapan kız muhabbetleri anlatıyordu. Tanrım! Bu kadınla edebiyat, felsefe, müzik, estetik, tarih gibi şeyler konuşulmuyor. O ciddiyetle dedikodu yaptıkça ben fena derecede dalga geçiyordum. Sonra bozulup yüzünü ekşitiyordu. Bir ara mevzu benim işsizliğime geldi: 

“Umut, ne zaman işe gireceksin? Bir yıldan fazla oldu mezun olalı.” 

“Müneccim miyim ben? Ne bileyim! İmkan var da biz mi işe girmiyoruz Şule? Özel sektörün hali ortada. Özelde çalışan arkadaşlarım illallah etmişler. Memuriyet istemiyorum, biliyorsun.” 

“Akademisyenlik memuriyete girmiyor mu?”

Bu zeka özürlü kızdan böyle zekice bir kapak beklemiyordum. Kıvırmaya hacet yoktu: 

“Giriyor ama başka türlü memurluk işte. Ben sosyal bilimci olmak istiyorum. İyi bir sosyolog olup bu toplumun başta asalaklarını, zayıflıklarını, saçmalıklarını ve dahası her şeyini inceleyip bu topluma ve bilime hizmet etmek istiyorum. Ancak düzen, ben ne istediysem tuzak kuruyor. Hayallerime engel olanlar yalnızca belli başlı kişiler, durumlar değil Şule, sistem! Anlıyor musun? Sistem! Bugün Avrupa’nın en kallavi üniversitelerinde en yüksek burslar hangi bölüm öğrencilerine veriliyor biliyor musun?” 

“Bilmiyorum. Neymiş?”

Merakla dinlemiyordu, belliydi.

Sabırla konuşmayı bitirmemi bekliyordu. Ellerini birleştirip ön dişiyle alt dudağını ısırıyordu. Burada ciddi bir şeylerden bahsederken aynı zamanda tahrik oluyordum. 

“Sosyal bilimlerde okuyanlara. Yani tarih, iktisat, felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi alanlara! Bir de bize bak! Eğitim, İİBF, Fen –Edebiyat mezunlarının haline bak!” 

Bıkkınla sözümü kesti: 

“Of Umut, yeter! Her zaman aynı muhabbet ya! Sıkıldım. Sen bu gidişle bir baltaya sap olamazsın!” 

O’nu evden kovdum. Apar topar, iğrenç babetini adamakıllı giymeye fırsat vermeden…

Takıntılı Bir Sosyopat

İki gün sonra saç tıraşı olmak için mahalle berberinin dükkânına girdim. İsmet ağabey gazete okuyordu. Müşteri yoktu. 

”Geç otur kardeşim,” dedi. 

Özenle makası, makineyi, tarağı hazırlardı ve işini ustalıkla icra etmeye koyuldu. 

“Ulan çok yakışıklısın maşallah! Şu ateş eden gözler, şu boy pos bende olacak var ya!” 

“Bana mı yürüyorsun ağabey?” dedim. Kızdı. Hemen bozulurdu. Kendi katlanılmaz espriler yapar, karşıdaki bir şaka yapmayagörsün, hemen ciddiye alırdı. 

“Sana da laf söylenmiyor. Ee, iş buldun mu?” 

“Bakıyoruz ağabey.” 

“Bir şey diyeyim mi?” dedi bıyık altından gülerek. Aynadan merakla ne diyecek diye yüzüne baktım. Kafamı sallayarak O’nu sabırsızlıkla beklediğimi belli ettim. 

“Bir baltaya sap olamazsın sen!”

Eve hışımla gelmiştim.

Fatih’in kadim caddelerinde koşuştururken esnaf kötü kötü bana bakmıştı. Duş alıp Bebek’e gitmek için evden çıktım. Okula varıp Selim Hoca’yı görecektim. Engin bilgisine, entelektüel zekâsına hayrandım. Kırklı yaşlarda başarılı bir akademisyendi orta boylu ve yakışıklıydı. Hafif kır düşmüş siyah dalgalı saçlarına tav olmayacak kadın yoktu. Odasının önüne geldiğimde dizlerimin titrediğini fark ettim. Kapıyı tıklatarak içeri girdim. 

Selim Hoca beni çok kibar karşıladı. Halimi hatırımı sorup yakından ilgilendiğini belli ediyordu. Uzun uzun lafladık. Çiçeği burnunda doçent sayılırdı. Ben öğrenciyken yardımcı doçentti. Meramımı daha evvel defalarca dinlemişti. Yine o vakur tavrıyla telkinde bulunacaktı: 

“Ah be evlat, hiç sabırlı değilsin. Bu işler ha deyince olmuyor. Ben elimden geleni yaparım. Referans mektubun şimdiden hazır bil. Tamam, birikimlisin; yaşıtlarına göre olgun ve zekisin. Ancak ülke şartları daha fazla çaba gerektiriyor.” 

Öyle deyince sinirim bozulmuştu. Bir anda parladım: 

“Hoca ne anlatıyorsun sen ya?” 

Şaşırmıştı. Benden böyle bir çıkış beklemiyordu. Gülümsedi, ardından kahkaha attı. Bu kahkaha hor görme, kızgınlık yahut ciddiye almamadan mülhem değildi. 

“Seni adam edeceğim” kahkahasıydı. 

Saniyeler içinde böyle olduğunu düşünüp kabullenince huzur hissetmiştim. Gevşemiş, rahatlamıştım ki iki elini döner sandalyenin kenarlarına koyup arkasına yaslanarak: 

“Bir baltaya sap olamadın ama olacaksın!” dedi.

O gün, yani cinayeti işlediğim gün erkenden kalktım.

Evde kendime şahane bir kahvaltı hazırladım. Yüksek sesle Eric Clapton ve Frank Sinatra dinledim. Sonra hazırlanıp çıktım. Aşağı kattaki ev sahibim Köse Mehmet’e uğrayıp O’ndan bir balta istedim. 

Ne yapacağımı sordu. “Lazım,” dedim. 

Pis pis sırıttı: 

“Kirayı geciktirme. Lütfü Alkan yollasın paranı. Ah be, ne işler karıştırıyorsun sen? Bir baltaya sap olamadın!” 

Ben ne Raskolnikov’um ne Meursalt’um ne de Poe’nun ‘Kara Kedi’sindeki o cani adamım! Ben ölümü içselleştiremeyen insanlara yardımcı olacak olan bir hayırseverim. Ben Umut Özgür Alkan’ım…

Not: Bu hikaye, Ayarsız dergisinin Şubat sayısında yer almıştır ve yazarı Timur Ali AYKA'nın izniyle yayımlanmaktadır.

Kabul ediyorum ki gerçekten zor bir cinayet bulmacası.

Ama sürükleyiciliği sayesinde insanı Umut Özgür Alkan'ın zihnine sokuveriyor!

Cevabı buradan öğrenebilirsiniz:

Popüler İçerikler

HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
İstanbul Bağcılar ve Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Okullarda Yılbaşı Kutlamasını Yasakladı!
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı
YORUMLAR
28.03.2017

Bu hayatta bir annem, bir de O bana iki ismimle hitap ederdi dediğinde babası ve sevgilisi elendi zaten geriye kardeşi ve hocası kaldı. Babası Ozan ve Yiğit’i amcana göndereceğim. Sensiz gitmek istemiyorlar dediğinde 2 kardeşi olduğunu anlıyoruz ve öldürülen kişi ile konuşmalarına baktığımızda işleri yoğun olan birisi olduğu gözüküyor kardeşleri yaşça küçük onuda geçtim birbirlerini pek görmüyorlar böyle bi muhabbetleri olmasının imkanı yok geriyede hocası kalıyor

28.03.2017

o kadar dikkatli okudum sonunda cevap yokmuş !!

29.03.2017

Hayal kırıklığı sonucu verdiği bir tepkiyle öldürdü. Hikayede onu hayal kırıklığına ugratabilecek tek kişi selim hoca.

TÜM YORUMLARI OKU (26)