Mehmet Zihni Sungur Yazio: Küresel Bir Felaketin Farkındalık Bağlamında Öğrettikleri

Bu dünyaya ıslak, çıplak ve aç olarak geliriz! Daha sonra bazılarımıza daha kötü şeyler olur… Çeşitli doğal felaketler, kazalar, savaşlar, tecavüz, işkence ve terörizmin yaygın olduğu bir dünyada ağır travmaların etkilerini yaşamış ve yaşayacak milyonlarca insan olsa gerek. Bütün bunlara rağmen derinlemesine düşünecek olursak yaşama şansı insana hiçbir bedel ödemeden verilmiş en büyük armağandır. Sınırlı bir süre için verilen bu hediye edilmiş zamanın içini nasıl dolduracağımız bizlere bırakılmıştır. Ancak insanların kendi hayatlarının mimarı gibi tanıtıldığı bir dünyada, insan tüm kontrolün kendi elinde olduğuna inandırılırsa bu bir haksızlık olabilir. 'Başarırsan da, başaramazsan da mimar sensin' şeklindeki iddialı söylem ya da yanılsama her zaman şefkat ve empatiden uzak bir yargılamanın ürünü gibi gelmiştir bana. Şüphesiz dünyayı yargılamak haksızlık olur çünkü misafir olarak geldiğimiz bir yerde umduğumuzla değil bulduğumuzla yaşamayı öğrenerek yaşamayı hepimiz becerebiliriz. Bu bağlamda dünya ne iyi ne de kötü bir yerdir. Dünya her zaman olduğu gibi bir yerdir ve onu iyi ya da kötü yapan bizim algılarımızdır. Ancak, algılarımızın bir kısmının yaşantılarımızla belirlendiği gerçeğini düşünürsek yaşamın hepimize aynı cömertlikle fırsatlar sunduğunu söylemek inandırıcım olmaz. İçine doğduğumuz aile, koşullar, çevre, coğrafya, toplum, kontrolümüz dışında kalan yaşam olayları gibi etkenler ortaya çıkan mimariyi etkileyen değişkenlerdir.

Bazen "dünya çok değişti" diye yakınır hatta öfkeleniriz.

Bu yakınma ve öfkenin arkasında çoğu kez karşılanmamış ihtiyaçlar ve beklentilerimizle uyuşmayan yaşam olayları vardır. Oysa dünyanın kimseye her şeyin yolunda gideceğine dair verilmiş bir sözü yoktur. Dünya insana verilen değil, 'kiralanan' bir yerdir. Yaşam da yalnızca bize verilen bir şey değil, aynı zamanda bizden de istenen  bir şeydir. Yaşadığımız dünyayı borçlu, kendimizi ise alacaklı gibi görürsek mutsuz yaşarız. Dünyaya misafir gelen insan misafir geldiğini unutur ve ev sahibini yargılar bir tutum içine girerse, giderek yaşadığı dünyaya yabancılaşır. Bencil ve ihtiyacından çok arzusu olan kişilere dönüşerek hep alacaklı gibi yaşar ve ne yazık ki tüm alacaklılar gibi mutsuz ölür. Korona günleri gibi kriz dönemlerinde hayat bizleri bazen iştahından çok yiyeceği olanlarla, yiyeceğinden çok iştahı olabilen insanlar arasında sıkıştırır.

Koronavirüs, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan birçok kişi tarafından yıpranmış, hatta inandırıcılığını yitirmiş gibi algılanan adalet kavramı ve beklentisini gündeme taşıyan bir çeşit “eşitleyici” olarak tanımlanmıştır. Virüsün küresel olması; din, dil, ırk, cinsiyet,  sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel farklılıklar gözetmeksizin herkesin hayatını olumsuz biçimde etkileyen özellikler taşıması, doğanın eşitleyici gücü gibi algılanmasına yol açmıştır. Oysa virüsün seçiciliğinin olmaması, onun adalet sağlayıcı bir etken olduğu anlamına gelmez. Virüsle sağlanan adalet, virüs gidince yok olur. Daha da önemlisi, adalet ölümler ya da felaketler aracılığıyla sağlanamaz. Adalet insanlar ölürken değil, yaşarken gerekir.  Ayrıca, hepimize gerekli olan adalet için felaketlere ihtiyaç duymanın kendisi bir felaket değil midir?

Koronavirüs, oluşturduğu endişe ve acının yanı sıra, bizlere hayatlarımızı yeniden gözden geçirme fırsatı vermiştir.

Adalet olmasa da farkındalık sağlama bağlamında önemli bir fırsat olduğu düşünülebilir. Düşmandaki dostu, zehirdeki nektarı, kötüdeki iyiyi birlikte görebilirsek; virüsü, oluşturduğu zararların yanı sıra oluşturabileceği farkındalıklarla birlikte görebilir ve içinden geçtiğimiz zamanları, verdiği acılar yanı sıra farkındalığımızı artıran bir fırsat olarak da değerlendirebiliriz. Peki nedir öyleyse bu farkındalıklar?

-Bir virüs gelir, plaza ve gökdelenler arasına sıkıştırdığımız bol planlı ve yetiştiremeyeceğimizden endişe ettiğimiz işlerle dolu yaşamlarımızda, bize zamanla yarışmanın anlamsızlığını öğreterek yaşamı yavaşlatır, hatta durdurur. Daha da önemlisi, hep güneşli olmasını beklediğimiz hayatlarımızda bazen yağmura yakalanıp ıslanmanın kaçınılmaz olduğunu öğretir.

-Bir virüs gelir, teknolojik araçlarla bağlanmanın bağ kurmak zannedildiği bir dünyada, sevdiklerimize sarılabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu fark etmemizi sağlar.

- Bir virüs gelir, her gün yaşandığı için giderek fark edilmez olan çeşitli felaketlerin yaygın olduğu günümüz dünyasında, sağlıklı bir yaşam sürdürebiliyor olmanın minnet duyulması gereken bir nimet olduğunu öğretir.

-Bir virüs gelir ve belirsizliğin, insan yaşamının kaçınılmazlarından birisi olduğu gerçeğiyle bizleri yüzleştirir. Hayatlarımızda bir istisna olmaktan çok, bir kaide olan belirsizlikle barışık yaşamanın önemini öğretir. Belirsizliğin belirgin olduğu zamanlarda neyin tehlike, neyin tehlike algısı, neyin gerçek, neyinse rivayet olduğunu ayırt etmekte ne kadar zorlandığımızı görmemize fırsat verir. Hepimizin aynı gemide olduğunu ve yaptığımız ya da yapmadıklarımızla, yalnızca kendi yaşamlarımızı değil, başkalarının yaşamlarını da belirlediğimizi, hatta hiçbir şeyin tek kişilik olmadığını görmemizi sağlar.

- Bir virüs gelir, bir zaman sövüp dövdüğümüz hekimlere ve sağlık çalışanlarına hayatlarımızı emanet etmek durumunda olduğumuzu gösterir.

-Bir virüs gelir, ayakta duracak hali olmadığını söyleyen insanlara başkalarını hayatta tutacak güçleri ve nedenleri olduğunu öğretir.

- Bir virüs gelir, yeterince ayakkabım, giysim yok diye yakınan insanlara hayatın amaçları ile araçları arasındaki farkları öğretir.

-Bir virüs gelir, değişimin kaçınılmaz olduğu bir dünyada değişim yapmak için zorunda kalmayı beklememek gerektiğini öğretir.

-Hepsinden önemlisi, yalnızca amaçlarla yaşanılan bir dünyada amaçlar ve değerler arasındaki farkı öğretir.

Amaçların hedef yönelimli oldukları için gayret ederek elde edilebilen, ancak elde edildikleri zaman üzeri çizilip geride bırakılabilen şeyler olduğunu; değer yolculuğunun ise hiçbir zaman bitmeyeceğini gösterir. Değerlerin kolay elde edilemeyen ve elde edildiği zaman da değerinden kaybetmeyen özellikler taşıdığını ve değerlere dayalı bir yaşam sürdürebilmeye ne çok ihtiyacımız olduğunu gösterir. Yaşamda kalmak bir amaç, onurlu bir yaşam sürdürmek ise bir değerdir. Koronavirüs belki de bizleri amaçlardan öteye, değer belirleme ve değerler doğrultusunda onurlu bir yaşam sürdürmeye yöneltme doğrultusunda bir fırsat vermiştir.

Acı, insan yaşamının kaçınılmazlarından biridir. Acının kaçınılmaz olduğu bir dünyada,  acı çekmekten daha önemli olabilecek tek şey  acı çekmeye değer bir yaşam öyküsü oluşturabilmektir. Koronavirüs, oluşturduğu endişe ve çeşitli acıların yanı sıra bizlere hayatlarımızı yeniden gözden geçirme ve insan acılarında anlam bulabilme fırsatı verebilir. Bu fırsatlar fark edilmezse Koronavirüs günleri, bencilce ve hoyratça tükettiğimiz hayatlarımıza bıraktığımız yerden devam etmek için verilmiş bir mola olarak görülür yalnızca.  Farkındalıklarımızın değil, virüsün mevsimsel kalabilmesi dileklerimle.

Popüler İçerikler

151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Kadınlarla Kafayı Bozan Sözde Hoca Bu Kez de "Karını Bize de Evde Oynat" Sözleriyle Tepki Çekti
Tolunay Kafkas, "El Sıkmama" Olayına Müdahil Oldu: Hedefinde Volkan Demirel Var