Hakikat Sandığımızdan Daha Korkunçtu! Cin Musallatı Yaşadığım Evin ve Teyzelerin Akıbeti

Merhabalar herkese. Daha önce başımdan geçen cin musallatı olayını Onedio'da paylaşmıştım. Bu kadar ilgi göreceğini asla tahmin edemeyerek yazdığım içeriğimden sonra pek çok destek ve tavsiye mesajı aldım. Aynı zamanda benzer deneyimlerini paylaşan insanlar da oldu; yalnız olmadığımı hissettirdiler. Çok teşekkür ediyorum.

Teyzelerin ve evin akıbeti konusunda da pek çok soru geldi. Anlatmak da boynumun borcu oldu. Her ne kadar anlatmaktan dahi korksam da...

Anlattığım sadece kendi hikayemdi... Oysa bu olayların kökleri çok daha derindeydi.

Böyle Şeylere İnanmazdım, Bizzat Yaşadım... Büyü ve Cin Musallatı Etkisinde Geçen Bir Senem

O evin ve ev halkının başına gelenleri anlatmak için önce ben o evi terk ettikten sonra yaşananları anlatmam lazım.

Ardından ise geçmişe, çok geçmişe gideceğiz. Çünkü bu hikaye başladığında, biz daha yoktuk bile!

Hikayemize bu defa pek çok yeni isim katılacak. O yüzden kafaların karışmaması adına teyzelerimizden bu defa isimleriyle bahsedeceğim. Lakin bu isimler, elbette ki kendi isimleri değil. 

Evin sahibi olan teyzemizin adı; Ayşe, olsun. Onun kızı olan diğer teyzemiz ise Latife... Bir de oğulları Ahmet var.

Son yaşanan olaylardan sonra o evden de, mahalleden de gitmem şart olmuştu...

Ayşe ve Latife Teyze de buna anlayış gösterdiler elbette. Gözyaşı dolu bir vedalaşmadan sonra ilçe merkezinde, site içinde sıradan bir eve çıktım. Bir de kadın ev arkadaşı bulmuştum zaten. Yaşananların ardından 'normale' dönmeye çalışıyordum.

Fakat bir gece telefonun beklenmedik bir şekilde çalmasıyla uyandım. Telefona doğru yürürken meraklı ve endişeliydim; lakin bir taraftan da duyacaklarımı sanki biliyordum...

Telefona koşmak istesem de ayaklarım geri geri gidiyordu. Hani bilirsin ya, adın gibi bilirsin hani neler olacağını ama kabullenmek istemezsin... Öyle bir his.

Yarı koşarak, yarı duraksayarak telefona vardım. Ahizeyi elime aldıktan sonra 'alo' demeden önce derin bir nefes almam gerekti.

İşte, biliyordum; Latife Teyze'nin sesi, titreyen, ağlamaklı sesi...

"Yavrum" dedi, "Buraya gelmen lazım"...

dedi ve durumu açıkladı. Zaten sadece bana 'gel' demeleri bile yeterdi ama durumun vahametini kavramam için anlattıklarını sadece dinlemem değil, bizzat gidip de görmem gerekiyordu.

Ayşe Teyze ölmek üzereydi ve asıl kötü haber bu bile değildi.

Hayalet Avcısı misali, kendi halime gülerek ve korkarak başa düşeni yaptım.

Gecenin karanlığında yola çıktım. Apartmanın merdivenlerinden inerken, bu evime birkaç gün daha dönemeyeceğimi adım gibi iyi biliyordum.

Ama 'ne olacaksa olsun' dedim. Ben artık korku eşiğimi aşmıştım. Hatta çevremin yakıştırmasıyla da birazcık 'deliydim'. En kötüyü görmüş (en azından o zamanlar gördüğümü sanıyordum), bir kere onlara karşı 'kazanmış' ve yardım etmeye hazırdım.

Yeni aldığım ve hala doğru düzgün kullanamadığım arabama atladım. Tam gaz o eski mahalleme doğru yola çıktım. Sokak lambaların aydınlatmaya çalıştığı mahalle karanlığa gömülmüş; ışığa yanan tek ev Ayşe ve Latife Teyzemin eviydi. Kapıya doğru yanaştığımda derin bir nefes aldım. Resmen ev bana 'evine hoş geldin' diyordu. Kısa süre içerisinde Latife Teyze kapıyı açtı. Ağzını tülbentinin kenarıyla kapatıyor -sanki ses çıkarmamaya çalışırcasına, dolu dolu gözlerini benden kaçırıyordu. Tek kelime dahi edemedi. Eliyle 'içeri gir' hareketi yaptı.

Latife Teyze'nin beni bunca zaman sonra görünce öpücüklere boğacağına emindim oysa. Durum cidden vahimdi, diyorum ya... Tıkır tıkır yukarı çıktık. Ayşe Teyze'nin odasına...

Latife Teyze, korkmasınlar diye torunlarına haber vermemişti. Oğlu ise bu tarz şeylere çok kızıyor, 'saçmalık' olduğunu düşünüyor ve hatta bu tarz işlerle uğraşıldığını duyunca kavga bile çıkarıyordu. Zaten uzun süredir ziyaret etmeyen bu aile fertlerine kıyasla, beni daha yakın görmüştü. E malum, tecrübeli olduğumu da bildiğinden...

Ayşe Teyze, bildiğiniz gibi, yatalaktı. Lakin artık Alzheimer'ın son seviyelerine gelmiş, iyice bir deri bir kemik kalmış haldeydi. Lakin korkunç olan bu değildi...

Korkunç olan, Ayşe Teyze'nin ağzından dökülen sözcüklerdi.

Asla anlamadığımız bir dilde konuşuyor, adeta birilerini azarlıyor, belli ki bir şeyler istiyordu. Lakin hangi dilde olduğunu kesinlikle anlamıyorduk. Türkçe olarak ise sadece iki kelime dökülmüştü dudaklarından... 'Bırakmıyorlar, ölemiyorum'... ve bunları söylerken o agresif halinden eser kalmıyor, gözlerimizin içine bakarak yalvarırcasına söylüyordu.

Latife Teyze bu işin bir 'musallat' olduğunu düşünüyordu; sırf yabancı bir dilde konuştuğu için değil. Çünkü evde geceleri kapı pencere çarpıyor, aynalar kırılıyor ve Latife Teyze'ye de 'görünüyorlardı'. Peki ben bu durumda ne yapabilirdim ki? Tüm yaşadıklarımızdan sonra son derece saçma ve komik bir şekilde Ayşe Teyze'nin 'Cin dilinde' konuşmaya başladığına ikna olmuştuk. Artık 'Cin dili' diye bir şey varsa! Bilgisizdik, elimiz kolumuz bağlıydı. Çaresizce bana daha önce yardımcı olan ve muska yazan hocayı aradık. 'Getirin' dedi, 'ben gelemem' dedi... Yatalak kadını elbette ki evden çıkaramazdık. Başka yollar arayacaktık. Hoca'dan başka bir hocanın numarasını aldık. Deli saçması işler yapıyorduk.

O sırada ben de benimle aynı okulda öğretmenlik yapan ev arkadaşımı aradım ve ona "çok önemli bir işimin çıktığını" haber verecektim.

Elbette ki cinci hocalarla uğraştığımı, teyzelerimi rahatsız eden bedensiz varlıkları kovuşturmaya geldiğimi vesaire söylemeyecektim. Ona bahaneler uydurmaya çalışırken, Ayşe Teyze yine o anlamadığımız sözcükleri haykırmaya başladı. İşte ne olduysa o an oldu!

Teyzenin haykırışlarını telefondan duyan ev arkadaşım "aaa kim Rumca konuşuyor orada?! Neredesin ki sen?" dedi.

İşte o an şaşkınlıktan adeta dilim tutuldu. Ev arkadaşıma 'kapamam lazım' dedim. Ayşe Teyze'nin yanına oturdum.

Daha önce dinlemiştim bu hikayeleri... Zamanında bu ev bir Rum aileye aitmiş. Ama işte hem siyasi durumlar, hem de kişisel meseleler derken malı mülkü bırakıp terk etmişler buraları. Pek detaya girmemişlerdi. Peki Ayşe Teyze, nereden Rumca biliyordu?

Latife Teyze şimdi oturup hikayenin boşluklarını, bilmediğim şeyleri anlatmak zorundaydı.

Yıllar önce okunan bir lanet, geçmişe gömülen acılar, sahiplerini bulmaya çalışan hatıralar...

Latife Teyze, eskiye, çok eskiye götürdü beni. Ayşe Teyze'nin bile küçücük bir bebek olduğu ve isminin henüz 'Ayşe' olmadığı o zamanlara...

Bu ev, bir Rum ailesine ait. Ailenin babası ölmüş; abisi de pek belalı bir delikanlıymış. Bulaşmadığı sıkıntı kalmamış. Kan davası başlatmış adeta. E o dönemlerde siyasi durumlar da karışık tabi. Mübadeleler dönemi başlıyor. Aile tam göç edecekken, başlarındaki tek erkek olan abi bir cinayete kurban gitmiş. Abinin borçlarını tahsil etmek isteyenler ailenin kadınlarına rahatsızlık verirken; bir taraftan da abinin yaptıklarının intikamını almak isteyen kan davalıları ortaya çıkınca kadıncağızlar baya çaresiz kalmışlar.

O sırada Ayşe Teyze henüz üç yaşlarında ve çok hasta. Ailenin bir miktar altını var, ama satsalar bile alacak insan yok; şehir işgal altında. Apar topar göç etmeye karar veriyorlar. Mahalledeki yakın dostları olan Türk aileden yardım alıyorlar, sözleşiyorlar: Göç şartlarını kaldıramayacak durumda olan küçük ve hasta çocuklarını bir süreliğine onlara bırakacaklar, bir miktar altınlarını ve bu güzel evlerini de... Oraya gidip kendilerine yaşayacak bir yer bulduklarında da geri dönüp çocuğu ve altınları geri alacaklar. Çünkü ne çocuk, ne de altınlar göç yolunda güvende değil. Dehşet hikayeleri sürekli duyuluyor. Türk aile, zordaki bu çok sevdikleri kadıncağızlara seve seve yardım edeceklerini söylüyorlar.

Ailenin kadınları gözyaşları ve dualar içerisinde yola çıkıyorlar. Geride üç yaşında hasta bir bebek ve ailenin altınlarını; kendi evlerinde bırakarak. Ama içleri rahat, çünkü bu Türk aileye çok güveniyorlar.

Lakin gidiş o gidiş... O aileden bir daha haber gelmiyor. Yunanistan'a vardılar mı, ev buldular mı, hiçbiri bilinmiyor. Aile de dönemin zorlu ortamında dışlanmaması için çocuğa 'Ayşe' ismini veriyor, kendi çocukları gibi büyütüyorlar. İşte Ayşe Teyzemizin hikayesi bu.

Hayatı boyunca kim olduğunu bilmemiş... Belki hayal meyal hatırlıyorsa bile, bilmezden gelmiş...

Lakin ölümüne yakın bilinçaltı dışarı çıkmaya başlayınca Rumca kelimeler dilinden dökülmeye başlamıştı işte.

Hikayeyi öğrendim fakat ne yapacağımı hala bilmiyordum. Üniversite'den bir arkadaşım geldi aklıma. Az buçuk Yunan kültürüne ilgi duyan, meraklı, macerayı seven biriydi. Belki, dedim, o biraz yardımcı olabilir. Zaten okuldan sonra işsiz kalmış ve bizim şehrimize iki saat mesafedeki memleketine geri dönmüştü. Ertesi gün derhal onu aradım. Konu ilgisini çekti, zaten çok sıkılıyordu. Koştu geldi. 

Ayşe Teyze'nin söylediklerini çevirmek için bir sözlüğe, bir rehbere bile ihtiyaç duymadı... Çünkü Ayşe Teyze, mitolojik bir Yunan Tanrıçası olan Hekate'nin 'ilahilerinden' birini söylüyordu. 'Her yolda ben varım, köpekler benim emrimde, toprağın en dibindeyim' gibi sözler... Bunlar, mitolojiyle çokça ilgilenmiş ve hayatının bir döneminde rehberlik de yapmış olan bu arkadaşımın çok iyi bildiği sözlerdi. Hekate'nin karanlık büyülerin ve yeraltının Tanrıçası olduğunu da söylediğinde, bedenimdeki ürpermeyi hala hatırlarım.

Hekate bir Anadolu Tanrıçasıydı. Büyücüydü; yol gösterendi. 

Babalarından sonra abilerini de kaybeden ve tehdit altında kalan bu kadınlar; geride bıraktıkları küçük çocuklarını ve altınlarını koruması için Hekate geleneğinden bilinen eski büyülerden birini yapmışlardı.

Hekate yer altı Tanrıçası olduğu için; bir gömü, bir kurban ve bir de koruyucu gerekiyordu...

İşin kişisel ve kültürel geçmişini öğrenmiştik; lakin bu noktada tıkanıp kalmıştık. Evet, elimizde bilgiler var. Peki ne yapacağız?

Bu noktada bir önceki gün telefonda konuştuğum hocadan aldığım numara aklıma geldi. Aradım. Bir nefeste anlattım bütün olayı. 

İslami bilgilerin ışığında, Hristiyan kadınların neredeyse bir asır önce yaptığı bir Pagan büyüsünü çözmeye çalışıyorduk resmen! Elimizdeki tek seçenek buydu! Delice, saçma... Ama ya ne yapacaktık? Ayşe Teyze hala yattığı yerden boş gözlerle o sözleri haykırıyor ve arada da Türkçe olarak yalvarıyordu 'bırakmıyorlar...' diye.

Telefonda konuştuğum hoca, bizi yeniden arayacağını söyledi. Çaresizce bekledik. Bu arada arkadaşım hala mitolojik hikayelerle ilgili bilgilerini paylaşıyordu ki telefonum tekrar çaldı. Hoca, adres istiyordu. Yardımcı olmak için gelmişti.

Biz beyaz sakallı yaşlıca bir dede beklerken; karşımızdaki hoca son derece dinç ve orta yaşlı bir adamdı. Yanında da iki tekinsiz tip vardı.

Kısa süreli bir sohbetten sonra hocanın yanında defineci tipler getirdiğini fark ettik. Çıldırdık! Bizim gözümüz parada pulda değildi; acılar içinde kıvranan bu kadıncağızın derdine çözüm bulmak; evdeki uğursuzluğu, diğer varlıkları söküp atmaktı. Adamları evden kovmak üzere ayağa kalktığımda hoca beni kenara çekti ve; söz konusu gömüyü bulmadan büyüyü çözemeyeceğimizi ve bu defineci adamların bu işte birer profesyonel olduklarını -onların yardımı olmadan asla bu işi beceremeyeceğimizi söyledi. İkna olmamıştım. Latife Teyze'ye hemen oğlu Ahmet Abi'yi aramasını söyledim.

Bunu duyan hoca çaresizce adamları geri gönderdi. Ahmet Abi ise telefonda barut gibi öfkeyle hiçbir yere gitmememizi, onu beklememizi emretti.

Çaresizce bekledik. Ahmet Abi geldiğinde elbette ki şok olmuştu. Hiçbir şeye anlam veremiyordu. 'Babaannemin bu halde olduğunu neden söylemediniz?! Bu adam kim?! Ne büyüsü, ne gömüsü, ne saçmalıyorsunuz?!' gibi cümleler havada uçuştu. Hiç muhatap olmadım. Latife Teyze ise oğluna dert anlatmaya çalışıyordu. Çaresizce bu gerginliğin bitmesini bekliyordum. Ahmet Abi sesini yükselttikçe yükseltiyor, adeta kükrüyordu ki... aniden onun bile sesini bastıran bir haykırış doldurdu evi. Ayşe Teyze, yatalak olmasına rağmen, yatağında doğrulmuş ve adeta ateş saçan gözlerle yine Rumca konuşarak odanın yanındaki gömme dolabı gösteriyordu. Biz dehşet içinde sus pus kalmışken; maceracı arkadaşım atik bir şekilde ayağa fırladı ve dolabı açıp içini karıştırmaya başladı bile.

Bir sandık vardı.

Sandıkta Latife Teyze'nin bilmediği hiçbir şey yoktu. Tapular, senetler, kafa kağıtları; çoğu Osmanlıca zaten...

Ama bir okumayı beceremediğimiz bir kafa kağıdının arkasındakiler, Hoca'nın dikkatini çekti. Eski yazıyı okuyabiliyordu. Üzerinde yazanları okuduktan sonra 'kalkın' dedi, 'gidiyoruz'...

Sanki ortamda yeterince gizem yokmuş gibi, kimsenin bir açıklama yapmadan kendi kafasına göre iş yapmasından cidden bıkmıştım ama maceracı arkadaşım ve çaresiz Latife Teyzem o kadar hevesliydi ki, mecburen uyum sağladım. Ahmet Abi ise hepimizi arabasına doldurmuş, Hoca'nın direktiflerini izliyor ve bir taraftan da 'ne günlere kaldık ya?! Ne yapıyorum ben ya?! Beni düşürdüğünüz duruma bak yaaa!' diye söylenerek gaza abanıyordu. Latife Teyze'yi Ayşe Teyze'nin yanına bırakmıştık -fakat yola çıktığımız gibi bizi arayıp 'ne olur geri dönün, duvarlar titriyor' demişti. Hoca, 'bir şey olmayacak, bu işi kökten bitirmemiz lazım' deyince, mecbur yaşlı teyzeciğimizi kaderiyle baş başa bıraktık.

Varacağımız yere yaklaştıkça hoca iyice transa girmiş gibi bir hale bürünmeye başladı. Terliyor, derin derin nefes alıyordu.

'Şuraya dön, şurayı geç' gibi direktifleri gözlerini açmadan veriyordu. Derken 'burada dur' dedi. Durduk, bir köy mezarlığının arkası gibiydi; ileride de ufacık bir köyün evlerinin çatıları görünüyordu zaten. Tin tin yürümeye başladık. Hoca, yanında Ahmet Abi, onların arkasında deli arkadaşım ve en arkada da ben...

Hava neredeyse tamamen kararmak üzereydi. İyice ışığı kaybetmeden önce işimizi (artık o iş her ne ise, hoca hariç hiçbirimiz bilmiyorduk) halletmeliydik. Hoca 'işte burası...' diye başladığı cümlesini bitirmeye bile fırsat bulamamıştı ki simsiyah ve gerçekten çok büyük bir köpek son derece yavaş adımlarla ortaya çıktı. Ne taraftan gelmişti, bilmiyoruz. Karşımıza doğru yürüdü köpek, hocanın tam işaret ettiği yerde durdu. Çoban köpeği miydi, bilmiyoruz ama sıradan bir köpek olamayacak kadar büyük, sahipsiz olamayacak kadar da temizdi. Boynunda bir tasma da yoktu. Hepsinden de ilginci: Sıradan köpekler gibi davranmıyor, ne kuyruk sallıyor ne havlıyor, ne de dilini dışarı çıkarıyordu. Adeta insan gibi bakışları vardı. Dimdik duruyor ve bize bakıyordu.

Arkadaşım köpeğe doğru bir adım atmak istedi ki, köpek delicesine hırlamaya başladı. Hareket etmiyor ama hırlıyordu.

Korkudan çıldıracak gibiydik. Hoca 'sakın kımıldamayın, bu koruyucu olarak verilmiş buraya' dedi. Salak arkadaşım da hemen 'Hekate'nin köpekleri vardır!' diye ekledi. Mantığın sesi ise 'Ahmet Abi'den geldi, eee şimdi ne yapacağız?'

Hoca dualar okumaya başladı ve köpeğe doğru yavaşça yanaşmaya çalıştı. Köpek geri çekilmediği gibi hırlamasını daha da korkunçlaştırıyordu. Isırmıyor, kıpırdamıyor ama hırlıyordu. Hoca daha da yaklaşmıştı ki; işte o sırada deprem olmaya başladı. Daha doğrusu biz yaşanan bu şeyin deprem olduğunu düşündük o an. Yer resmen sallanıyordu. Ağaçların arasından hayvanlar hırladı; tuhaf görünümlü ve kafalarının aksi yönünde ilerleyen domuzlar, yerde sürünerek garip hareketler yapan tilkiler ve aniden ağaçların arasından tepemize intihar uçuşu yapan kuşlar... Aklımızı kaybetmek üzereydik! Yere çöktük; hoca dualarını artık haykırarak ediyordu. Ne tarafa hareket ettiğimizi göremiyorduk ki... Köpek hocaya saldırır gibi olunca Ahmet Abi araya girdi ve köpek Ahmet Abi'ye adeta itaat etti. Ortalık nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde sakinleşmişti. Ortada köpek harici hayvan falan yoktu. Hatta bunlar hiç yaşanmamıştı bile!

Ahmet Abi, köpeğin ona adeta itaat edercesine yol verdiğini görünce hocanın dediği noktaya doğru ilerledi.

Köpek, kendisi kazmaya başlamıştı. Ahmet Abi de onun yanında... Arabasındaki minik baltayı getiren arkadaşımdan aldı ve bir süre daha kazdılar. Sonuç olarak minicik, gerçekten çok küçük bir cisim çıktı ortaya. Üstünde üç düğüm olmuş ve mühürlenmiş bir ip parçası - saman rengi bir kumaşa sarılıydı. Ahmet Abi şaşkınlık içinde, gözleri dolu dolu, mührü kırarak düğümleri açtı ve ipi o cismin çevresinden çıkardı.

İşte o an aklımızı bir kere daha yerinden oynatacak gibi olduk; köpek aniden ortadan kaybolmuştu. Nasıl, bilmiyoruz fakat gözlerimizi Ahmet Abi'nin elindeki cisimden çektiğimizde, ortalıkta köpek möpek yoktu.

Sinirlerimiz fazlasıyla bozulmuştu. Arabaya geri döndük.

Hoca boşluğa bakıyor ve 'ben gerisini bilmem' diyordu. 'Bulduk işte, benden bu kadar, geri götürün beni' diye hayıflanıyordu. Ahmet Abi sinirleri bozulmuş, ağlıyor. Arkadaşım direksiyona geçmiş; ben de Ahmet Abi'nin yanında, elindeki kutuyu inceliyordum.

İçinden adeta bir dikiş kutusu gibi bir şey çıktı. Onun içinde de beş kuruş dahi etmeyecek bir kolye, gerdanlık, birkaç altın, birkaç yüzük, bir mektup ve düğümlenmiş iplikler vardı. İpliklerin sarılı olduğu horoz bacağına benzeyen şeyler ise çoktan anlaşılmaz haldeydi.

Bu aslında bir lanet büyüsü değil; bir annenin, evladı için kurban vererek yaptığı bir koruma büyüsüydü.

Eve döndüğümüzde hoca arabadan indi ve tek kelime etmeden terk etti bizi. Ahmet Abi, ben ve arkadaşım içeri girince Latife Teyze bize sitemkar gözlerle bakıyordu. Kendi yaşadıklarımızdan dolayı, onun yaşadıklarını da tahmin edebiliyorduk. Ahmet Abi, babaannesinin yanına oturdu, kolye ve yüzükleri zarifçe takmaya başladı yaşlı kadına. Bu sırada arkadaşım da mektubu okumaya çalışıyordu. Osmanlıca yazılmış bu mektubu, kuran kursundan öğrendiği yarım yamalak alfabe bilgisiyle çözmeye çalıştı ama sadece 'çok seviyorum, geri geleceğim, seni koruyacağım' gibi cümleleri anladığını söyledi.

Ne yapacağımızı bilemez halde bekliyorduk ki; Ayşe Teyze çok derin bir nefes aldı. Gözlerini açıp hepimize gülümsedi, tekrar gözlerini kapadı ve son nefesini verdi.

Son ana kadar, doğduğu evde ve koruma altında yaşamıştı. Annesinin ona gitmeden önce evlat sevgisi dolu kalbiyle yaptığı büyü öyle güçlüydü ki, birkaç uyduruk takıdan ve birazcık altından ibaret o büyük 'hazine', ait olduğu kanı taşıyana gidene kadar ölmesini engelliyordu.

Annesi geri döneceğini ve çocuğuna kavuşup, o büyüyü de gömdüğü yerden çıkaracağını düşünmüş olmalıydı. Zavallı kadın çocuğuna hiç kavuşamadı. Ama buna rağmen onu bir şekilde korumayı başardı.

O geceden sonra evdeki olayların sebebini de anladık... Neden o büyülerin bana çok kolay tesir ettiğini, neden evin sürekli sanki kendi başına canlı bir varlıkmış gibi eşyaların yerini değiştirdiğini, vesaire vesaire... Zira bu ev, çok büyük bir büyüye yuva olmuş, yoğun enerjiler barındırıyordu. Ama düşününce, bir annenin yavrusunu koruması için, tüm çektiklerimize değerdi açıkçası. Zaten bir daha o evde tek bir huzursuzluk olmadı. Latife Teyze hala orada tek başına yaşamaya devam ediyor :)

 Umarım annene kavuşmuşsundur, Ayşe Teyze...

Popüler İçerikler

Cem Yılmaz'dan Küfürlü Gönderme Gelmişti: Hasan Can Kaya'dan Ünlü Komedyene Cevap Geldi!
Sonunda Bu da Oldu: Antalya'daki Bir Otelde Türk Müşteriden 120 Euro "Milliyet Farkı Ücreti" Alındı
Dünyanın En Güzel 100 Kadını Listesine Türkiye'den 3 Ünlü Oyuncu da Girdi!
YORUMLAR
Pasif Kullanıcı
16.01.2018

İlki çok sevildi demek. İkincisini de çekmişler.

16.01.2018

kuran kursunda öğrendiği yarım yamalak alfabe bilgisiyle Osmanlıca okumak ve çevirmek. bravo gerçekten zor bir iş zira biz de kuran kursuna gittik. keşke kuran kurslarında sadece okumayı öğrettiklerini araştırsaydın. "çok seviyorum, geri geleceğim, seni koruyacağım" gibi cümleleri Osmanlıcadan çevirmek için üniversite de heba olan gençler bilirim. ayrıca bildiğim kadarıyla arapça ile osmanlıca arasında farklılıklar var yani zaten çok zor olan bir çevirmenlik işini basit alfabe bilgisiyle yaptığını anlatman çok saçma olmuş.

16.01.2018

Bence en son sahnede poseidon gelse oscar a aday olur

TÜM YORUMLARI OKU (45)