Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

2. Ankara Katliamı'ndan sonra ortaya çıkan gelişmelere bakalım:

Bir; Başbakan Sn. Davutoğlu’nun, saldırıdan çok kısa zaman sonra saldırıyı yapan kişinin ismini açıklamasıyla başlayan “ isim tartışması ”, AK Parti hükümetini , yurtiçi ve yurtdışında yapılan tartışmalarda gördüğümüz gibi, teröre karşı mücadeleden dış politikaya, ülke istikrarından günlük yaşamda can güvenliğinin sağlanmasına kadar geniş bir yelpazede “ güven ve iyi yönetim sorunu ” ekseninde köşeye sıkıştırdı.

İki; gerek, bir saat yirmi dakika gibi uzun süren Obama-Erdoğan telefon konuşmasından sonra, bu toplantıyla ilgili iki taraf tarafından farklı metinlerin yayımlanması, gerekse de, ABD’nin YPG-PYD’ye, Türkiye’nin savlarının zıt noktasındaki yaklaşımını ve desteğini terör saldırısından sonra da sürdürmesi, Ankara ile Washington arasındaki, Suriye sorununda yaşanan “güven krizi”ni iyice derinleştirdi ve ortaya çıkarttı.

Korkunç haberi okumuşsunuzdur.

Kayseri’de, 12. sınıf öğrencisi 17 yaşındaki Cansel K. matematik öğretmeni 33 yaşındaki Bayram Ö. tarafından cinsel istismara uğradı.

Her tecavüz mağduru gibi Cansel K. da yaşadığı ağır travmayla başından geçenleri ifşa etmekte, kabullenmekte, gencecik hayatında bu yükü taşımakta çok zorlandı.

Yakın bir arkadaşına intihar edeceğinden bahsettikten hemen sonra polis babasının silahıyla kendini vurdu ve öldü.

Daha dün Özgecan’ın vahşice katledilmesiyle teyakkuza geçen kamuoyu bu intiharla tekrar hareketlendi.

Sosyal medyada ‘Ses ver’ falan yazıldı. Politikacılarımız üzüntü beyanlarında bulundu. Sağda solda çok da kitlesel katılım olmayan yürüyüşler yapıldı.

Aynı Özgecan cinayetinde olduğu gibi yani…

Artvin Cerattepe’nin, Yeni Türkiye’nin ilkel birikimci sermayesi tarafından fiili işgali için çevre illerden 7 bin polis ve jandarma toplanmıştı.

Güneydoğu’da beş aydır ilçe ilçe yazılan ‘militer-İslamcı’ destan, yükseltilen milli teyakkuz söylemi, 25 yıldır Cerattepe’yi zehirli madenci faaliyetine kaptırmamak üzere direnen, örgütlenen Artvin halkına işlemeyeceğinden...

Bu defa Artvin’de ‘anonim şirket’ veçhesine bürünmüş Yeni Türkiye, polis ve jandarmayı sermayenin ‘özel güvenlik timi’ gibi halkın üzerine sürüyor.

Ve Cizre, Sur ve diğer ilçelerde haftalarca havan topu ve yüzlerce cenaze eşliğinde açılan ‘yeni birikim alanlarına’, yığılan iş makineleri ve kent kuşatmasıyla Artvin katılmaya çalışılıyordu.

Rejim beslemesi sermayenin altın dişine rant değince, yer tahsisi bile yapılmamış, Danıştay kararı beklenmeyen 32 hektar köpük köpük yeşil ormanlık alan, güvenlik güçleri tarafından ‘çitleniyordu’.

Hemen dibinizde bir iç savaş varsa, ilk yapmanız gereken o iç savaşın ülkenize sıçramasını engellemek olmalı. Bunun için de yanı başınızdaki iç savaş yaşayan ülkede savaşın istikrarlı bir çözüm getirecek şekilde bitmesi için uğraşırsınız. Bu sırada da iç savaşın ülkenize sıçramaması için hem demokratik reformlar geliştirirsiniz hem de istihbarat ve güvenlik tedbirlerinizi artırırsınız. Mümkünse de savaşan taraflar arasında arabuluculuk yapabilecek ve bunu uluslararası camiada kabul ettirebilecek uluslararası itibara sahip olmaya çalışırsınız.

Bunun yerine iç savaşta bir tarafı açıkça taşeron tutarsanız, sınırınızı bulanıklaştırıp kevgire döndürürseniz, otoriter bir başkanlık hayaliyle çözümü çöpe atıp kendi ülkenizde iç savaş koşullarını olgunlaştırırsanız nasıl bir sonuç bekleyebilirsiniz?

Bu iktidarın bir süre iyi gidip sonradan yoldan çıktığına inananlardan değilim. Başından beri işleri buraya vardırabilecek bir potansiyel vardı. Fakat özellikle Arap Baharı’ndan sonra Müslüman Kardeşler’in büyük ağabeyi olarak İslam dünyasına liderlik etme hayaline binilince bugünkü felaketin de kapıları açıldı.

Son yazımı, Türkiye ve bölgenin yüz yıl önce ve yüz yıl sonra nasıl yapılandığını özetledikten sonra, varılan kavşağın tüm zorluklarına karşın bir şansı ifade edebileceğini söylemiştim.

Bunun bir kriz fırsatçılığını çağrıştırmasını istemem. Çünkü Türkiye, benim hayat görüşüme ve vicdanıma uygun şekilde, tavırlarını insan merkezli ve nefsi müdafaa hattı içinde belirliyor. Mesela 2011 yılındaki genel seçimlerde CHP iktidarı devralsaydı, bugün itibarıyla üç milyona yakın Suriye ve Iraklı mültecinin akıbetlerinin ne olacağı sorusu bile beni derinden ürpertiyor.

Buna paralel olarak, şayet Gezi kalkışması ve 17/25 Aralık darbesi başarıya ulaşsaydı, ardından gelen darbe hükümetinin ülkeyi bu zor virajlardan nasıl geçireceği cevabı merak edilen bir soru olmalıdır değil mi? Deniz Baykal'ı isyan ettiren bir HDP'lileşme, gayrımillileşme ile CHP'nin Suriye'den kaynaklanan riskleri, içerideki PKK/DAİŞ üzerinden gelişen iç işgal denemelerini nasıl göğüsleyeceği kabus gibi tahminleri gerektirmektedir.

Abdullah Gül ve Yaşar Yakış dahil 4 isim, AK Parti’nin kurucular listesinden çıkarıldı. Hayretle karşıladım. Hatta bir süre, bu haber yalanlanır diye düşündüm. Öyle ya, Tayyip Erdoğan ya da Ahmet Davutoğlu, niçin yeni bir tartışma yaratmak istesin? Ama baktım ses çıkmıyor. Belli ki, bu, muhaliflere AKSaray’ın mesajı: “Güç bende.”

Partinin en önemli kurucularından birini, ilk Başbakanı’nı, ilk Cumhurbaşkanı’nı, kurucu listesinden çıkarıyorlar. Davutoğlu’ndan da hiçbir tepki yok. Yalnız ufak bir hatırlatma yapmak isterim: İsim çıkarılınca gerçek değişiyor mu? Abdullah Gül, başı çeken 3 kurucudan biri değil miydi? Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmadı mı?

Onun adını silmek, tarihi değiştirmez ki! Sadece, tek adam zihniyetinin, güç kazanınca, çevresindeki arkadaşlarını nasıl bertaraf ettiğinin bir örneği olarak kayıtlara geçer.

Sayın ampul, Artvinliyi senin

çöl bedevisi ile karıştırdın…

Tekrar gibi olacak ama:

Coğrafya ile insan kimliği arasında yakın ilinti vardır…

Çöl insanı çabuk biat eder… Çünkü kaçıp saklanacağı, sığınacağı doğa yoktur… Gizlenebileceği tek yer kendi yüzünün arkasıdır… Gelen ağam, giden paşamdır…

Ama dağlık-ormanlık coğrafya insanı, arkasına doğayı aldığı zaman direnebilir…

Zor kişidir…

Ve inatçı…

Türkiye’de bulunmadığım bir sırada yayımlanmış olan “Suriye’de Savaşa Hayır” bildirisinin altında imzam yer almadığı için Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın öfkesine muhatap olmaktan kurtulmuş oldum. Söz konusu bildirinin imza sahipleri için, “aydın müsveddesi” nitelemesinde bulunarak “Bunlar aydın maydın filan falan uzaktan yakından alakası yok.Bir kitabı olan, herhangi bir yerden profesörlük unvanı alan aydındır diye bir şey yok” diye konuşmuştu.

Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın “aydın müsveddesi” nitelemesinden sıyırmış olduğumdan, “Bilir kişi” başlıklı yazısında Prof. Murat Belge’nin dün yazdığı şu satırları yazmak aklıma gelmedi:

“Peki, bir şeyin sahicisi nedir, müsveddesi nedir, hele bu ‘şey’ aydın olmak gibi ‘şey’se, bunları ayırd etme ehliyetini Tayyip Erdoğan nereden almıştır? ‘İki üç kitap yazmak’ yollu bir şeyler söylüyor. İki üç kitap okuduğu, okuduysa da anladığı şüpheli olan bir kişi –çünkü bir kitabı iyi anlamış bir insan böyle konuşmanın çok ayıp olduğunu da anlar– böyle bir ‘Büyük Jüri’ edasında hüküm veriyor. Evet, hangi ehliyetle?”

Bu sabah İstanbul’dan gelen Lale Mansur , Zeynep Tanbay, Ferhat Tunç , Ayşegül Devecioğlu, Bahri Belen ve Dilek Gökçin ’le Suriçi’ndeyiz. Günlerdir Suriçi’nde nöbette olan HDP Diyarbakır milletvekili Sibel Yiğitalp ile buluşuyoruz. Sibel Hanım, Sur’da kalan ailelerle ara ara görüşebiliyor. Yoğun bombardıman var. Bombalardan ara ara ufak parçalar bulunduğumuz mekana düşüyorlar.

Suriçi’nde bodrumda kalan insanlarla telefon görüşmelerini dinliyoruz. Remziye konuşuyor:

“Burada resmen cehennem hayatı yaşıyoruz, 2 kızım ve komşumla birlikteyiz. Evden çıkıp Savaş mahallesine kadar gelmişiz. Savaş mahallesi olduğunu tahmin ediyorum. Su yok. Bir binanın bodrumundayız. 2 kızım suçiçeği çıkarmış. Hastaneye götüremedik. Buradan asla çıkmaya cesaret edemem. Her yerde keskin nişancılar var. Kıyamet gibi. Bir binanın en alt katındayız. Üstü havan toplarıyla yıkılmış, bina üzerimize ya düştü ya düşecek”

Son yıllardaki gelişmeler gösterdi ki, Türkiye’ye dışarıdan zarar verebilirler ama yıkamazlar; fakat dış tehdit içerideki işbirlikçileriyle birleştiğinde ülkeyi parçalayabilir, toplumsal bütünlüğü bozabilirler. Osmanlı’yı da dışarıdan değil, içeriden bitirdiler; Batı, Osmanlı’yı önce ‘hasta’ edip yatağa düşürdü, yıprattı, yağmalamaya hazır hale getirildi; ardından da tarihten silmek için harekete geçti.

Türkiye’nin bugün yaşadığı süreç Tanzimat sonrası Osmanlı’nın baş aşağı gittiği son yılların neredeyse kopyası gibi. Batı, yüzyıl önce olduğu gibi içimizdeki etnik fay hatlarını yine harekete geçirdi, siyasi bölünmeyi derinleştiriyor, mezhep ayrılıklarını körüklüyor; Batı’nın koruması altındaki bir kesim ise terörle, algı operasyonlarıyla, siyasi komplolarla ülkenin birliğini, beraberliğini bozarak ülkeyi parçalanmaya doğru sürüklüyor.

Popüler İçerikler

Bakanlığın Gıda İfşaları Devam Ederken En Fazla At ve Eşek Etinin Satıldığı Şehirler Belli Oldu
Cübbeli Ahmet Çakarlı Araçla Geldiği Etkinlikte Şeriatı Savundu: Skandal Sözlere Tepki Yağdı!
Wanda Nara ile Yasak Aşk Yaşadığı Öne Sürülen Keita Balde Sivasspor'dan Gönderildi