Her sabah aynanın karşısına geçerdi. Aynada kendisi değil, kuş tüylerinden örülmüş bir kafes görürdü. Kafesin kapısı açıktı aslında… ama kapının açık olduğunu bilmek yetmezdi; elli kez bakmak, dokunmak, tekrar tekrar kapatmak gerekirdi. Belki kırk dokuzuncu dokunuşta kapı kapanmamış olabilirdi... Ellerini yıkardı, su, derisinin üstünden değil, zihninin içinden akıp gitmeye çalışırdı.
Ama kir dediğin mikrop değil, düşüncenin gölgesiydi; sabun köpüğü onu beyazlatır, ama asla silip götüremezdi... Bazen içindeki fısıltılar bağırışa dönüşürdü: “Bir daha kontrol et, yoksa kötü bir şey olacak!” O an, mantık susar, korku başa geçerdi. Ve o, her seferinde aynı ritüellerle, kendi zihninde bir mabedin rahibi gibi, görünmez bir Tanrıya kurbanlar sunardı: sayılar, dokunuşlar, tekrarlar… Ama bir gün, fark etti ki, bu mabedin Tanrısı yoktu. Zincirlerini o örmüş, kapısını kendi kilitlemişti. O an anladı: Bazı hapishanelerin gardiyanıda, mahkûmu da insanın kendisidir...