-Umberto Eco’nun sözündeki gibi: “Hiçbir şey değişmedi, cisimlerin konumundan başka.” Değişmiş gibi gözüken aynı adamlar. Yaşadığın anın yakıcılığı ve canlılığı yüksektir. Geçtikten sonra acısı hafifler. Ama şu açıdan haklı olabilirler: Bu hükümet bunları hukuk, demokrasi ve mazlumların adına yapıyormuş havasında. Benim cuntacılardan, doksanların faşistlerinden, Necdet Menzir’lerden, Mehmet Ağar’lardan bir beklentim yoktu zaten. Kenan Evren’den insaf beklemedim, Ecevit’ten de...
Toplumun baskıya karşı direnci arttı mı peki?
-Türkler bu karakterde bir toplum değil. Bedeli göze alabilecek bir avuç insan var. Gezi’nin, tahminimce yüzde 20’si. İktidar sorunu sürekli köklüyor. Anlamak mümkün değil. Yalanı, suçu ortaya çıkmış bir insanın son şeyleri gibi... Çıkışsızlık öyle bir şeydir ki inanmak istediğine inana inana kendini yok etmeye başlarsın. Farkına varmazsın. Muhakeme gücünü, vicdanını, aklını yitirirsin.
İktidara körü körüne destek veren bir kitle var. Yandaş basın, AK troller vs. Bunları nasıl izliyorsunuz?
-Eski versiyonlarından farkı şu: Bu adamlar besliyor. Devletin olanaklarıyla pratik olarak da, umutla da... Ama “Biz erdemliler hareketiydik, neye dönüştük” demeler, ayrışmalar başladı. Tarih, hiç gitmeyecekmiş gibi görünen güç ve iktidarların çöplüğüdür. Bu kitle güç kerametini başka birilerinde gördüğü gün onun peşine düşecek. Bu, kalabalıkların doğasında vardır. Kalabalıklar insanlardan oluşur ama mutantlaşarak... İnsan yalnızken insandır. Gücünü yalnızlığından ve kendisinden aldığı zaman insandır. Gücünü kalabalıktan alanlar insanlıktan çıkar.
Gezi’deki ‘iyi insanlar’ nereye gitti peki? Sadece yüzde 20’si mi kaldı?
-Gezi duygusal bir onur hareketidir. Öyle bir hareket Türkiye’de örgütlenebilseydi 1980 yılında 12 Eylül yerine, sosyalist devrim olurdu. Daha iyi bir dünya uğruna örgütlenip, bunu kullanmaya muktedir bir halkımız yok bizim. En fazla olabilecek şey Gezi’dir.
Hürriyet’e baskını nasıl izlediniz? Binaya giremedikleri için belki ölümlerin ucundan döndük. Başbakan Ahmet Davutoğlu ortaya çıkan dayak tehdidi görüntülerine “Dost meclisinde ifade edilmiş hususlar” dedi.
-Böyle giderse bir sene sonra mesela “Sen bizi yeteri kadar temsil edemiyorsun” diye Abdullah Gül’ün evi taşlanabilir, Ahmet Davutoğlu’na biri bir şey yapabilir. Bir sonraki aşama bu. Hukuk bir kere bile delindiğinde artık olmayan, yalan bir şeydir. O günlerde hukukun ırzına bir kere daha geçildi. Hürriyet gazetesi ‘gazetecilik’ yapmaya çalışıyor. Bu ülkede her ‘gazeteci’ bu hükümetin uygulamaları aleyhine yazmak zorundadır. Çünkü bu hükümet durmadan kötü şeyler yapıyor. O gün Sedat Ergin televizyona çıktığında tesadüfen Ahmet Hakan’ı izliyordum. Adamın gazetesinin kapısı kırılıyor, aşağıdan girdiler mi girmediler mi, haber bekliyor. Ama Ahmet Hakan ortalığı yakıp yıkan insanları sadece sağduyuya davet edebiliyor. Suç işleniyor kardeşim, ne sağduyusu! Durum bu kadar trajik, bu kadar üzücü.
İktidarın gidişatını nasıl görüyorsunuz?
-Galiba ölümsüzlüğün sırrını buldular! Mesela Ahmet Davutoğlu’nu artık tanıyamıyorum. Nasıl bu hale gelebildiğini açıklayabilir misiniz sosyolojik açıdan? Yarın öleceğini bilen insanlar tarafından kurulu bir dünya bu! Öleceğini düşündüğün zaman her şey anlamını kaybediyor. Boynunda mezar taşınla gezmek gibi. Buna rağmen insanlar Ali İsmail’i öyle katlediyorsa, çocuklar, askerler ölüyorsa demek ki ölüm bilinci yok. Ya bir de ölümsüz olsaydık! Mad Max gibi olacaktı herhalde. 50 yaşında, 60 yaşında birinin bir ayağı çukurdadır. Ayağı çukurda adamlar, yarın bir kuruşunu bile götüremeyeceği paralar uğruna böyle paranoid, şizofrenik bir hayatı yaşamamıza nasıl göz yumabilirler? Bir başbakan birileri için yapılan dövme, öldürme planlarına nasıl “Dost meclisinde söylenmiş laflar” diyebilir? Küçücük bir çocuğun ölümüyle yetinmeyip, annesine de acı vermeye çalışılmasını nasıl açıklayabiliriz?
Sizce?
-Wes Craven filmlerinin en önemli teması, ‘return of the repressed’ mevzuudur. Yani ‘bastırılanın geri gelişi’. Dışadönük davranışlarımızı içimizde onaylayamazsak, süperego bu davranışı onaylatmaya yönelik hastalıklı bir zorlama yapar. Üzerinde kruvaze ceket varken “Ben kefenimle geziyorum” dedirtir mesela. Buna ne gerek var? Şehit cenazelerine gidiyorlar, yaşları gereği yaşıtlarının cenazelerine gidiyorlar. Birinin toprağa koyuluşuna, üstüne toprak atılışına baksınlar... Cenazeye gelmiş insanlara baksınlar. Herkesin eli bağlı, boynu bükük ve çaresizlik içinde. İnsan budur. “Fanidir, bugün var, yarın yoktur.” Mesele bu. Ellerimiz böğrümüzde, boynumuz bükük, çaresizliğimizi kabul ederek bir makam yaratabilmek... Çankaya’nın, Saray’ın üstünde bir makam. Ancak o zaman insanlıktan yana bir tarafa gelmiş oluruz. Birbirimizden daha az korkarız. Yoksa yoldaki adama “Şimdi silah mı bıçak mı çekecek”, polise “Beni mi vuracak” diye bakarak bir hayat nasıl yaşanabilir?
Kime oy vereceksiniz?
-HDP’ye. Birileri HDP bu ülkenin partisi değilmiş, bu ülkenin yasalarıyla kurulmamış gibi davranır ve bana kendini dayatırsa benim gibiler bunu kabul etmez. HDP’li değilim ama oyumu HDP’ye vermeye mecburum. Yarın AKP’ye, MHP’ye bu kadar haksızlık yapılırsa onlara da oy veririm.