İnsan kendine bile itiraf edemiyor bazen, neyi niçin yuttuğunu ya da hangi boşluğa kusmaya başladığını. Oysa her yutkunuş biraz daha alıyor bizden; çocukluğumuzun hayallerinden, gençliğimizin cesaretinden, yaşlandıkça özlemini çektiğimiz o basit mutluluklardan.
İnsan yuttukça küçülüyor. Kendi gövdesine sığamaz hale geliyor ama yine de 'ya sonrası?' sorusunun soğuk ağırlığına boyun eğiyor. Ve bir gün, hiç beklemediğin bir anda, yılların yuttuğu her şey bir taşkın gibi dökülmeye başlıyor. Ama o dökülenler, seni hafifletmek yerine daha da ağırlaştırıyor. Çünkü biriktirdiğin şey sadece kelimeler ya da duygular değil; pişmanlık, öfke, korku ve belki de kaybedilmiş bir yaşamın ağırlığı.
Sonunda anlıyorsun: Hayat ne kadar yutarsan yut, hiçbir zaman tam anlamıyla senin olmuyor. Ne kusarak ne de susarak özgürleşebiliyorsun. Ancak bir şey fark ediyorsun: Hayat, yutmak ya da kusmak değil, nefes almayı öğrenmekmiş. Çünkü nefes almak, o derin ve samimi anlarda, tüm yüklerinden sıyrılıp kendinle barışmak demekmiş.
Ve o an geliyor… Belki bir akşamüstü, gün batımında, belki de bir sabah kuş cıvıltıları arasında. Kendine dönüyorsun. Gözlerini kapatıp derin bir nefes alıyorsun. Yuttuklarını da kusmak zorunda olduklarını da bir yana bırakıyorsun. Hayatın tüm kaosu içinde, ilk kez sessizliği kucaklıyorsun. Ve o sessizlikte anlıyorsun ki aslında hayat, tüm kusurlarına rağmen yaşamaya değer.
Bir daha ne yutmaya ne de kusmaya söz veriyorsun. Çünkü artık biliyorsun: Hayat, seni beklemiyor. Sen ne yutarken duruyor ne de kusarken. Ama sen nefes almayı seçersen, belki de ilk kez gerçekten yaşadığını hissediyorsun.
Ve işte o zaman, kendi hikâyeni yazmaya başlıyorsun. Kendi adımlarını, kendi sözlerini ve kendi seçimlerini… O gün, yaşam yeniden başlıyor.
Instagram
X
Linkedln
Facebook
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio