İlk bakışta bir alternatif tarih romanı sanırsınız. Oysa bu roman, tarihle değil; zamanla, bilinçle, inançla ve gerçeklik algısıyla cebelleşiyor. Yani olay “Hitler kazansaydı ne olurdu?” gibi akademik bir meraktan ibaret değil. Dick’in yaptığı şey, tarihi bir senaryo yazmaktan ziyade, hafızanın kendisini baltalamak.
Ama hadi konuyu biraz daha netleştirelim. Yoksa Dick sağ olsaydı, bu yazının da gerçek olup olmadığını sorgulatırdı.
Biraz da kurgu diyelim, çünkü kafa karışıklığına doymadık
Amerika, II. Dünya Savaşı’nı kaybetmiş. Doğu yakası Nazi Almanyası’na, Batı yakası Japon İmparatorluğu’na bırakılmış. Ortada bir “nötr bölge” var ama nötr olduğu kadar tehlikeli; çünkü burada fikirler özgürce dolaşabiliyor. Kitabın karakterleri de bu üç alanda dağılmış durumda: bir antikacı, bir Japon yetkili, bir Nazi ajanı, bir Yahudi işçi, bir kadın, bir yazar ve bir… fal kitabı.
Evet, I Ching. Yani Çin kehanet kitabı. Karakterler, hayatlarında ne yapacaklarına karar verirken zar atmıyorlar – çubuk sallayıp kehanete başvuruyorlar. Sadece karakterler değil, Dick’in bizzat kendisi bile bu kitabı kullanarak romanın sahnelerini yazmış. “Ne saçmalık!” diyenlere: evet, bu saçmalığın içinde gizli bir mantık var. Ve bu, akıl yürütmeyle değil sezgiyle çalışan bir evren.
Juliana ve Özgürlüğün Hayaletleri
Juliana Frink, romanın belki de en az sistematik ama en çok sezgisel karakteri. Çünkü onun karakter yolculuğu, romanın merkezindeki büyük soruyu ateşliyor: Gerçek nedir? Juliana, bir noktada Yüksek Şatodaki Adamı – yani yeraltı romanını yazan Abendsen’i – bulmak üzere yola çıkıyor. Tıpkı okuyucunun da bu kitabı okurken gerçeğe ulaşmak için çıktığı ama asla ulaşamayacağı o sonsuz yürüyüş gibi.
Juliana’nın yaşadıkları sadece politik değil, aynı zamanda metafizik bir sorgulama. Kime güvenilir? Neyin gerçek olduğuna kim karar verir? Görünen mi önemlidir, görülemeyen mi?