Yeryüzünün Halifesi Olarak İnsan

İnsanın varlıkta bil kuvve ve bil fiil olmak üzere iki ayrı durumu, konumu vardır. Bilfiil konumu itibariyle insanın diğer canlılar ve cansız varlıklarla irtibatı var. Canlı-cansız varlıkları amacı doğrultusunda kullanıp kendine hizmet ettirebiliyor. Mesela taşları bir araya getirip kuşların, kurtların yaptığından çok daha komplike yuvalar, binalar yapabiliyor. Yine o taşları avlanmak için, kendisini savunmak için kullanabiliyor. Taşı fırlatmak için tahta çubukları bağlayıp sapan yapabiliyor. Hatta taşla öyle garip bir durum oluyor ki yontup o taşı kendisine put edinerek ayin yapabiliyor. İnsanın ağaçlarla etkileşimine de örnek verilebilir. Mesela ormanı severiz ama kimse balta girmemiş bir ormanda yaşamak istemez. Kimse “Balta girmemiş bir ormanda yaşamak harika olur.” demez. Peki, bir gün insan öyle bir ormanda yaşamak zorunda kalsa ne yapar? Ormandaki türlü türlü ağaçları seçer ve farklı şekillerde, farklı işlemlerle onları bir araya getirerek öyle bir bahçe, öyle bir peyzaj yapar ki orada yaşamak insana artık ayrı, özel bir keyif verir. Yine bitkileri tanzim eder, tasnif eder, bedenine faydası olanı, zararlı olanı bilir. İnsanın bu konuda da kabiliyetleri var ama potansiyel olarak donanımlı olmasa bunların hiçbirini yapamaz. İşte insan böyle bir potansiyele sahip, derin ve garip bir varlık. Fakat Pozitivizm insanın derinliğini görmezden geliyor. Hatta bu yönüne bazen bir hastalık nazarı ile bakıyor.

İnsanın bir de bilkuvve konumu var.

Mesela insan birinin halifesi olduğu zaman ne yapar? Ve  tabii onu halife yapan da bir güç var. Böyle bir durumda “Ben halifeyim ama kimin halifesiyim?” diye sorarsın. Aklımın mı, inandıklarımın mı, anunakilerin mi? Kimin ve neyin? 

İslam bize “Sen Allah’ın yeryüzündeki halifesisin.” der. Halife ilişkisel bir kavram. Bir taraftan sultanla bir taraftan da yaverle gerçekleşen bir ilişki. Bir tarafta Allah-u Teâla ilmi, gücü ve otoritesi ile insanı halifesi olarak görevlendirmiş. Diğer tarafta ise insanın mahlukatla gerçekleşen ilişkisi söz konusu. Mahlukat insana mussahhar kılınmış ve insanın burada özel bir konumu var. Bitkiler, hayvanlar ve bütün mahlukat insanın emrine verilmiş, insanın faydasına sunulmuş. Böyle olmayabilirdi de. İnsan türü de birbirinin etini kemiğini yiyerek beslenebilirdi. Diğer insanları parçalayabilirdi dişleri ile. Fakat mahlûkat Allah-u Teala tarafından insana sunulmuş, insana mussahhar kılınmış, nispeten hazır bir sofra. 

Çok katmanlı ilahi âlem ile maddi alem arasında aracı bir konumda insan. Etrafındaki canlı ve cansız varlıklarla ilişkisinde, tasarrufta bulunma imkânı insana verilmiş. Sınırsız kabiliyetleri ve bu kabiliyetleri kemale yönelik inkişaf ve muhafaza vazifesi var. Ciddiyet ve kemalat… Buna mükellefiyet diyoruz. Ahlaki olan her şeyin kaynağı burası. Mükellefiyeti bıraktığı zaman insan halifeliğini yapmamış ve şaşırmış oluyor. 

Hilafet, Allah’ın sana verdiği gücü, kabiliyetleri onun talimatları ile kullanabilmek demek. Dolayısıyla varlığını Onun tezgâhında işletmiş oluyorsun. Peki, onun çizdiği sınırlar, hudutlar dairesinde doğru davranmak nasıl olacak? Elbette hissi, keyfi, nefsi, örfi davranışlar ile değil. Tanımlanmış görev çerçevesindeki ölçü ve maddelerde tasarrufta bulunarak. Bu şekilde hilafete denk düşen bir konuma geçiyorsun. 

Örneğin, diyelim ki biri bir başkasını kendi yerine vekil tayin edip şirketinin başına geçirdi. O kişi de yetkisini unuttu ve şirketin kaynaklarını har vurup harman savurdu. Kişi bu şekilde kendisi için tanımlanmış yetkinin sınırlarını aştığında bu makbul bir vekâlet veya hilafet olmuyor. Bu bir sınır ihlalidir. Benim gücüm, kabiliyetlerim, yetkim var ve bunları istediğim gibi kullanırım dediğiniz vakit bu, sınır ihlali oluyor. Kendini kendine malik etmek oluyor. Bu şekilde istediğini istediği gibi hem de istediğine istediğinde yapabilir varsaymış oluyor insan kendisini. Benim gücüm, kabiliyetlerim, becerilerim var ve bunları istediğim gibi kullanırım, istediğime bunu uygularım diyen tavır. Gücü kendinden görüyor, kendinden zannediyor. Bu hazineyi ben kendi ilmimle kazandım diyor.

Hilafette ise sahip olduğun mal, mülk, bilgi, akıl, sezgi her ne varsa bunların Allah-u Teala tarafından ihsan edildiğinin bilincinde olmak var.

Bu yetkiyle O’nun çizdiği sınırlar dairesinde iş görmek, koyduğu kuralları uygulamak… Helali helal haramı haram bilmek kadar basit esasında bu. Bizim mükellefiyetimiz Allah'ın halifeliği vazifesini düzgünce yerine getirmek. İslamiyet bize bunu nasıl yapacağımızı öğretiyor.

Şeytan “Onu topraktan beni ateşten yarattın. Ateş topraktan üstündür.” davasına girdi. İnsanı bu şekilde maddesi üzerinden değerlendirmek, ona sıradan bir canlı muamelesi yapmak demek. Onu algıları ve algılarının toplamı olan hazları üzerinden tanımlamak… Hayatın içeriğini haz ve tatmin olarak görmek... Ve onu sıradan hayvan türlerinden bir canlı olarak görüp öyle muamelede bulunmak. Bir de bunun tam karşı kutbunda insanın bütün arzularını, isteklerini göz ardı edip onu bastırmaya, yok etmeye çalışan, insanı tamamen ruh dosyası olarak görmeye çalışan ayrı bir perspektif var.

Materyalizm kiliseye karşı spiritüalizm de materyalizme karşı oluşturulmuş, birbirinin kutbu olan savlardır. İkisi de ateizm ve deizme hizmet eder. Materyalist ve spiritüalist kaynakların hepsi Hristiyanlık ve Yahudilik kökenlidir ve sonunda İsa Tanrı olur; insan Tanrıdır. Spiritülazimin nihayeti “Sen Tanrısın.” materyalizmin nihayeti ise “Sen hayvansın.” Biri sen hayvansın, diğeri de hayır sen Tanrısın der. Karşıt kutupların çatışması… Materyalizmin, insanı tamamen hayvan gibi maddi bir varlık olarak algıladığını görmek için lise, üniversite biyoloji kitaplarına bakın. Biyolojinin temelde insana bakışı bu. İnsan bir hayvan türüdür savı bilim olarak okutuluyor. Spritüel kutbun insanı tamamen ruhtan ibaret görmesi de hayatı kötü, günah olarak gören, bedeni arzuları dışlayan bir tavır. Bu da ruhbanlığı doğurur. 

“Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” 

Spiritüalits için ruhban olan enerji oluyor, madde oluyor filanca uzaylı tarikatı oluyor. İslam’da ise insan çok katmanlı. İnsani-ruhani özellik ve kabiliyetleri, hayvani ve cismani özellikleri aynı zamanda var. Hepsi bir amaca matuf olarak mevcut. Bir amaca matuf olarak insan varlığı anlamlı. Bedeni ve ruhuyla bir anlam ifade ediyor.

Tek başına beden olmak insanı insan yapmıyor. Tek başına ruh olmak da aynı şekilde. İnsan tanımı her şeyin temelini oluşturuyor.

Halife, yaygın kültürde devlet başkanı anlamını taşıyan bir kavram.

Tabii biz sadece bunu kastetmiyoruz. Peygamberimiz, aleyhisselatu vesselam, devlet başkanıydı ve aynı zamanda Müslümanların öğretmeni, hocası, mürşidiydi. O vefat ettikten sonra Hz. Ebubekir onun halifesi oldu. Yani Peygamberimiz, aleyhissalatu vesselam'ın, varisi onun hem siyasi hem de manevi işlevlerini üstlendi. Dört halife devri böyle devam etti. İşte Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, bunlar hem siyasi hem de ilmi-manevi bir lider olarak bu vazifeyi yürüttüler. Ama onlardan sonra siyasi hilafet ile ilmi hilafet birbirinden ayrıldı. Çünkü her ikisini de kendisinde birleştiren insanlar artık çıkmadı. Devleti idare eden amir, siyasi bakımdan Peygamberin halifesi oluyor. İlmî vazifesini üstlenmiş alim ise ilim bakımdan Peygamberin halifesi olmuş oluyor. Her mertebede hilafet söz konusu. 

Peki, yeryüzünde Allah'ın halifesi olmak nasıl bir şey? Bilkuvve potansiyelde olan konum ne zaman tam tahakkuk eder, işte buna verilen cevaplar çok ilginçtir. 

17. yüzyıldan itibaren batılı düşünürler, aydınlar Hristiyanlığı terk ettiler. Bunun sebebi ise halifetullah-ı arz mertebesine talip olmaları. Bu talep için gerekçe olarak sundukları ve ideolojik olarak da benimsedikleri düşünce şuydu: Evet bir Allah var. Âlemi ve bizi yarattı. Bize de yeryüzünde tasarrufta bulunma imkânı verdi. Bunun yolunu yordamını ruhumuza, tabiatımıza yazdı. Dolayısıyla biz kendi tabiatımızı incelersek o tabiatta Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmanın anlam, muhteva ve içeriğini bulabiliriz. Bunun adına da tabii hukuk, tabii din, tabiat felsefesi dediler. Üstat da bunlara karşı Tabiat Risalesini yazdı. Halifetullah olmak yerine halifetul arz olmaya talip oldular. Allah’ın halifesi, kulu olmak yerine arza halife olmaya, arza Tanrı olmaya talip oldular. Eve arka kapıdan girmek gibi. 

İnsanı nereye konumlandırırsanız kapıyı o yönde açarsınız. Kapı en temelde sağa ya sola açılır, başka alternatif yok. Ya Allah’a ya da nefsinize kul olursunuz, başka alternatif yok.

Batı, Cenab-ı Hakk'ın insanlara hilafet vazifesinin sınırlarını gösterdiğini ve onlara mükellefiyetlerinin içeriğini bildiren bir peygamber göndermiş olma ihtimalini unuttu. Hz İsa’yı Tanrılaştırdı. İlahi yasaları keşfedemedi.

Halifenin görevi, korumak ve geliştirmek.

Allah'ın verdiği bu mevcudatı hem muhafaza edecek hem de eğitecek. Bir taraftan da öğrenecek. Sadece bitkileri, hayvanları çevreyi değil aynı zamanda tür olarak insan neslini de koruyacak. Tür olarak insanı koruyacak yani kadınları kadın, erkekleri de erkek olarak eğitecek. Aslına bakarsanız insan dediğimizde aslında insan diye bir şey yok. Kadınlar var erkekler var çocuklar ve yaşlılar var. Dolayısıyla kadınları kadın erkekleri erkek olarak muhafaza etmek ve kadınların kadın, erkeklerin erkek olarak mutlu olabildiği şartları sağlamak halifenin vazifelerinden biri. 

Halifetullah-ı arz olma söz konusu olduğunda bu halife erkeklerden veya kadınlardan olacak diye bir ayrım yok. Erkek, kadın her ikisi de aynı zenginliktedir. İslam’da kadın da erkek de Allah’ın halifesi ve kuludur. Kadın-erkek diye ayrımcılık yoktur. 

Kadınlar, erkekler, çocuklar yaşlılar hepsi Halifetul fil arz. Peki, nasıl olacak da bu durum hakikatine uygun bir şekilde temin edilecek? Klasik ulemamızın formülü çok özel: Makasıd-ı şeria denilen kavram. Yani yeryüzünde Allah’ın halifesi olmanın ön şartları, en genel çerçevesi. Bu da en başta insanın can güvenliğini temin etmeyi içeriyor. Güvenlikle alakalı her şey. 

Mal güvenliği, emeğinle kazandıklarını muhafaza edilmesi… Diğer taraftan insan neslinin muhafazası yani kadınları kadın, erkekleri erkek olarak muhafaza etmek. Aynı şekilde insan aklını da muhafaza etmek. Çünkü insan aklıyla diğer şeylerden varlıklardan temayüz ediyor, ayrılıyor. Temayüz ettiği tarafı muhafaza etmek. İnsan aklını korumak, insan neslini korumak halifenin vazifesi. Bu çok gerçek ve ciddi bir cihattır. Bununla birlikte insan sadece bedeni bir varlık değil. Duygusal bağları akrabalık ilişkileri olmazsa insan kendisini bilemez. Akrabası olmayan insan eksiktir, gerçekten eksiktir. Çocuğun aslında ne kardeşi ne ablası, abisi var; sadece annesi ve babası…

Çin'de neslin devamı ile alakalı bir uygulama var: Her çift ancak bir çocuk doğurabilir. Aksi takdirde vergi koyuyorlar. Vergi korkusu ile nasıl bir tehdit altına giriyor insan ve insan nesli. Biyolojik bir canlı olarak gördüklerinden dolayı insanı planlamaya alıyorlar. Her doğum bir proje. İnsanlar bizim kontrolümüzde ve biz onlara bilimsel, yani tırnak içine bilimsel yaklaşımla istediğimiz şekli verebiliriz mesajı…

Japonya’da taşımayı kolaylaştırmak için karpuzları kare, evet kare şeklinde yapıyorlar. Yani aynen istediğimiz şekli verebiliriz düşüncesi. Tabii bu kendini ilah gibi görme yaklaşımı.

Her şey yine insan ontolojisine dönüyor.

Mataryalizm nazarından baktığınız zaman insan, maddeye indirgenmiş, siyasi yaklaşım ve ideolojik uzlaşmaların girdabında tanımsız, köksüz bir hammadde. Hayvan üretimi gibi insan üretimini planlıyorsunuz. Bir ülkede kaç koyun, kaç inek, kaç tavuk olacak bunları planlıyorsan insanı ve her şeyi de planlayabilirsin. Çinliler… Bir aile bir çocuk…

Instagram

Facebook

YouTube

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Popüler İçerikler

Müge Anlı'da Yeni Bir Fenomen Doğdu: Habibe Kendine Has Tarzı ve Tavrıyla Hepimizi Fena Gaza Getirdi!
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
Önce Meydan Okuyup Sonra R Yapmıştı: Murat Övüç "Bülentinkiler Sahte" Dediği Diva'nın Eteklerine Kapandı!