Yelda Cumalıoğlu Yazio: Fena Halde Komünist ve Âşık: Bertolt Brecht

– Sen benim için ne yaptın sevgili?

– Ben bugün bizim için sana emek verdim...

Bertolt Brecht’i tanımak, zihinde ve yürekte eyleme dönüşebilecek bir yangını başlatma gücüne sahip olması açısından çok değerlidir.

Çağdaş tiyatronun dehasıdır o her şeyden önce...

Genç bir nihilist olarak başladığı mücadele dolu hayatına karakterli bir komünist olarak devam etmiş, kıymetli bir dava adamıdır. Üstelik kirli siyasete hiç bulaşmadan eserleriyle ve fikirleriyle varlık gösterebilmiştir Nazi faşizminin baskısı altında. Hayatı fikirlerle dolu olduğu kadar kadınlarla da doluydu.

Sürgünden sürgüne gönderilirken karısıyla birlikte sevgililerini de almıştı yanına. Bir arada kalamazlarsa, Hitler faşizmine karşı koyamayacaklarına inanmışlardı sanki. Aşkta da komün kalmanın bir değeri olmalıydı.

Birlikte güçlü, mutsuz ama ümitliydiler.

 

Tiyatronun Asi Çocuğu

                                                                                      Savaşan kaybedebilir ama

                                                                                      savaşmayan zaten kaybetmiştir...

Brecht, 20. yüzyıl tiyatrosuna yön vermiş, epik tiyatronun öncüsü olmuş bir deha...

Şiir, hikâye, roman, oyun, düzyazı, deneme, inceleme, eleştiri alanında on bin sayfalık bir külliyat bırakmıştır geriye... Bir dönemin kültür tarihini derinden etkilemiş olmasının yanı sıra iki dünya savaş sığdırdığı hayatı boyunca eserlerinin yakılıp uzun yıllar sürgünlerde yaşamasına karşılık savaş karşıtı sert ve kararlı tutumundan da hiçbir zaman ödün vermemiştir.

Bir burjuva çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmasına rağmen ait olduğu sınıfa henüz bir lise öğrencisiyken kafa tutmuş, sınıflar arası ayrımcılığın ortasında üreten, emek veren, işgücü ortaya koyan, savaşlara asker olarak gönderilen ve buna mukabil yoksulluk içinde can çekişen halkın yanında durmuş, bohem bir hayat sürmüştür.

Büyük oğlu Frank Banholzer’i II. Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın Porhov şehrinde ordu sinemasına yapılan bir bombardımanın ardından kaybetmiş, 45 yaşında evlat acısı tatmış bir babadır da aynı zamanda...

Komün Aşk

                                                          Aşk bir şey verme arzusudur

                                                      bir şey alma arzusu değil...

Özensiz, dökük kıyafetleri, spor gömlekleri, işçi modeli deri kasketi, solgun renkli ceketi ve elinden hiç düşürmediği purosuyla dışarıdan bakınca sıradan bir işçi ya da mahkûm olduğu izlenimi bırakan hallerine rağmen kadınlar üzerinde sarsıcı etkiler bırakabilen, hayatına bir dolu entelektüel kadın, tutkulu ilişkiler, evlilikler ve çocuklar da sığdırmış olan Brecht, sevgileriyle bir süre aynı evde birlikte oturmak zorunda kalmış ve bunu kavgasız, çekişmesiz, bir düzen içinde sürdürmeyi başarmış, nevi şahsına münhasır bir sevgilidir de aynı zamanda...

“Brecht’in kadınları” diye bir hakikat vardır mesela bu dünyada...

Peki kimlerdi bu dâhinin kadınları dersiniz?

Aşk acısıyla yaralanmış, aldatıldıkları hissiyle onurları kırılmış, içlerine kapanmış, dünyaya küsmüş, kaderlerine boyun eğmiş, çaresiz ve güçsüz kadınlar olduklarını mı düşünüyorsunuz?

Çok yanılıyorsunuz... Hem de çok...

Paula Banholzer (namı diğer Bi), Marianne Zoff, Margerete Steffin (namı diğer Grete), Helene Weigel (namı diğer Helli), Ruth Berlau (namı diğer Lai-Tu)

Her biri özel yeteneklere sahip, özgün ve zeki kadınlar...

Merak etmeyin, hepsinden kısacık da olsa söz edeceğim.

Brecht, hayatına giren hemen her kadına ikinci bir isim daha veriyordu. Bu belki yaşamı da bir tiyatro sahnesi gibi görüyor olmasındadır, kim bilir...

İlk evliliğini “Bi” adını verdiği Paula Banholzer’le yapan Brecht’in bu evliliğinden dünyaya gelen ilk oğlu Frank’le sadece bebeğin annesi ve anneannesi değil Brecht’in sevgilileri de ilgileniyordu.

Brecht hayatındaki hiçbir kadını diğerinden gizlemedi. Zira hatayı gizlemek bile kötü sayılırdı onun açısından. Kaldı ki aşk, neden ve ne kadar kötü olabilirdi bir dehanın kalbinde?

Son evliliğini yaptığı aktris Helene Weigel’e “Helli” adını takmıştı. “Grete” diye çağırdığı Margerete Steffin de bir aktris... Aynı zamanda bir yazar ve çevirmen... “Lai-Tu” diyerek sevdiği Ruth Berlau ise Danimarkalı bir gazeteci, bir komünist ve başarılı bir çevirmen...

Gününün her dakikasını çalışarak geçiren bir düşünce adamına yoldaşlık eden bu kadınlar, seyirci koltuğunda oturup bekleyen tipler değil... Her biri sahnede Brecht’in yanında ve yaşamının içindeydiler. Kalemleri güçlü, vizyonları geniş, eğitimleri yüksek, cesaretleri tam, gözleri kara ve aşkları gerçekti.

Yaşamı boyunca hiçbir kadın tarafından terk edilmedi Brecht... Üstelik Ruth, doktor olan kocasını bile terk etmişti bu çoklu aşk hikâyesi uğruna...

Hiçbiri aşkı, toplumun onlara öğrettiği düzen içinde yaşamadı. Ne şımarıklık ne de düzene kafa tutmaktı onlarınki. Sadece ne istediklerini biliyorlardı ve seçimlerinin bedelini ödeme cesareti gösterebilecek kadar güçlüydüler...

Brecht, Nazi Almanyası’ndan Paris’e sürgün gittiğinde karısı Helli’yi evde bırakıp Danimarka’ya kaçarak burada Grete’yle buluşur ve Paris’e dönerken onu da yanında getirerek evinin yakınlarında bir otele yerleştirir. Amacı sevgilisi Grete’yi özel asistanı olarak karısıyla aynı eve almaktır, ancak Helli önceleri buna razı olmaz. Fakat yine de Brecht’i üzmemek için Grete’ye kendi elleriyle yeni bir ev dayayıp döşer. Grete de otelden ayrılır ve yeni evi hazırlanıncaya kadar Brecht’in diğer gönül yoldaşı Lai-Tu’nun evinde konaklamaya devam eder.

Lai-Tu, Grete’nin yazılarını okuyup eleştirirken aynı şeyi Grete de yapar. O da Lai-Tu’nun yazılarını düzenli olarak okur ve acımasız eleştirilerini bildirir kendisine. Yine de aralarında hiçbir zaman Brecht’e yansıyacak büyüklükte kavgalar, çatışmalar ya da saygısızlıklar yaşanmaz. Birbirlerini çok sevdikleri söylenemese de zor zamanlarda desteklerini sakınmamaları dikkat çekicidir.

Aşkın acısına hükmedebilen kadınlar

Birbirlerinin varlığından haberdar ve hatta çoğu zaman aynı ortamda birlikte çalışan bu kadınların kıskançlık, paylaşamama, hırs, ego ve öfke sahibi olmadıklarını iddia edemeyiz elbette. Lakin görülüyor ki her biri duygularının hâkimi...

İşte onları farklı ve özel yapan şey de bu... Onlar acıyı kabullenmiş kadınlar değil, acıya hükmedebilmiş ustalar. Çünkü onlar bir dâhinin kadınları... Helli’nin de dediği gibi bir dâhiye gönül yoldaşlığı eden kadın, normal evliliklerde yaşanması mümkün olmayan şeylerle nasıl baş etmesi gerektiğini bilir.

Finlandiya’da kahve bulunmadığı dönemde sabahları bazı dükkânlarda kahveye benzer koyu renkli bir içecek satıldığından haberdar olan Lai-Tu, her sabah saat altı buçukta uyanıp dükkândan kahve benzeri bu içeceği alarak Brecht’in penceresine koşuyordu.

Saat tam yedide pencereyi açan Brecht, sevgilisinin getirdiği ikramı “Günaydın!” ya da “Teşekkür ederim!” bile demeden sadece başını sallayarak alıyor ve çalışma masasına oturuyordu. Zira bu saatler Brecht’in en verimli saatleriydi ve bu kutsal anlardan daha yüksek verim alabilmek için her ikisi de bir ayinin ritüeline uyar gibi titizlikle destekliyorlardı birbirlerini...

Lai-Tu’nun bu çabası kişisel bir fedakârlık sayılmıyordu. Brecht’in sabah suskunluğu, sevdiği kadına karşı saygısızlığından dolayı değildi. Her şey üretimi desteklemek adına gösterilen bilinçli bir emek...

Beklenti içinde olmak yerine birbirlerini desteklemeyi seçmiş olmaları ne kadar da şahane ama değil mi?

“Sen benim için ne yaptın sevgili?” demektense “Ben bugün bizim için sana emek verdim!” bilincine sahip olabilmenin elbette sanatla, bilgiyle, felsefeyle, aşkla, zekâyla, iradeyle, sağduyuyla, hayalle ve cesaretle çok ama çok ilgisi vardı.

Biyografi okumak başka şey, özgeçmiş okumak başka

Brecht ve kadınları taşıdıkları ilkel ama insani duygulara rağmen sanatla hayat arasındaki köprüyü inşa ederken, aşk ve beklenti arasındaki bağları da koparıp attılar. Almak için değil, üretmek ve vermek için yaşamayı seçtiler.

Sanatla büyüyen ve yaratıcılıkları desteklenen insanların giderek yaşam sanatında da ustalaşıyor olmaları arasındaki görünmez bağın farkına varmak gerekiyor. Bu yüzden hayatın içinden sanatı aldığınızda da geriye büyük bir kaos, amansız bir vahşet ve savaşlar kalıyor. Zira yönetilemeyen acı saldırganlaştırıyor, kontrol edilemeyen hırslar her şeyi yakıp yok ediyor.

Dünya sahnesinde bütün aydınlanma hareketlerinin sanatla ve bilimle başlıyor olmasının hiç mi anlamı yok sizce?

Bütün bunları dehaların biyografilerini okuyarak, onların izini sürerek sorgulamak mümkün...

Biyografi okumak, özgeçmiş okumak değildir. İkisi birbirinden çok başka... Biyografi okumak aynı zamanda bir tarih okuması da yapmak demektir. Bir dönemin sanatına, ekonomik ve politik dinamiklerine, sosyolojisine, kültürüne hatta felsefesine de bakmak demektir. Bu yüzden biyografi okumayı çok önemsiyor, iyi araştırmalara çok değer veriyorum.

Bertolt Brecht hakkında yazılmış iyi bir biyografi arıyorsanız Özlem Esmergül’ün kaleme Aldığı Ya Hep Beraber ya da Hiçbirimiz adlı biyografik incelemeyi kesinlikle öneriyorum.

Popüler İçerikler

Apar Topar Çıkarılmışlardı: Kızılcık Şerbeti'nde Giray ve Heves Ayrılığının Gerçek Nedeni Ortaya Çıktı
Türkiye'de 9.05'te Hayat Durdu! Atatürk'e Saygı Duruşu!
Narin Güran'ın Babası Arif Güran İlk Mahkeme Sonrası Konuştu: "Kızımı Nevzat Bahtiyar Katletti"
YORUMLAR
03.11.2020

Bertolt Brecht'le ilgili hiç bilmediğimiz ayrıntılar...Bana Nazım Hikmet'in aşklarını hatırlattı. Kaleminize sağlık.

03.11.2020

Dehaların yaşamlarını ve duygusal dünyalarını öğrenmek çok ilham verici...Brecht, güçlüden yana değil, iyiden yana tavır alan gerçek bir deha. Her sabah 7'de penceresine gelen kahve, aşka dair ne hoş bir detay. Detaylı anlatım için teşekkürler.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ