insanlığın narin dokusunu paylaşmak, ruhları bir iplik gibi birbirine düğümlemek için. Bu iki âlem, örtüşürken, incelikli kesişimlerde bir vals gibi dönerler. Önce, anın büyülü damlasıyla: Öyküler, girişten doruğa, çözüme akan bir nehir zinciriyle serpilir; sokak kareleri ise bu nehri bir inci tanesine indirger, parıltısını yoğunlaştırır. Bir köşede, el ele kenetlenmiş iki gölgenin silueti, tesadüfün pamuklu dokusundan bir aşk masalı fısıldar – izleyici, öncesi ve sonrasını, o boşlukları kendi hayallerinin sisinde örerek tamamlar. Her ikisi de, 'göster, fısıldama' diye inler sessizce; fotoğraf sahneyi ten gibi çıplak sunar, hikâye ise betimlemelerin dumanlı örtüsünde aynı hayali dokur.
Sonra, karakterlerin ve empati'nin o yumuşak, derin sarılışında: Sokak fotoğrafları, sıradan yüzleri taçlandırır kahramanlık tacıyla – bir dilencinin ansızın açan gülümsemesiyle umudu yeşertir, bir çocuğun yıldız gibi parlayan merakıyla masumiyeti canlandırır, bir protestocunun yumruklaşmış öfkesinde isyanın alevini yakar. İzleyici, bu karelerde kendini yitirir, empatiyle sarınır, bir romanın sayfalarında eriyen bir ruh misali. Vivian Maier'in loş portreleri gibi, 'Bu hayatın ipliğine karışsam, tenimde hangi rüzgârın türküsünü taşırdım?' diye sordurur; ya da Ara Güler'in İstanbul sokaklarında, bir balıkçının yorgun bakışında, bir çocuğun neşeli koşusunda gizli Anadolu masallarını, o ezeli yalnızlık ve coşkuyu nasıl da canlandırır, izleyiciyi Boğaz'ın tuzlu nefesine, Kapalıçarşı'nın loş gölgelerine sürükler. Hikâye dokumacılığının nabzı da bu duygusal köprüde, sessizce atar.
Ozan Sağdıç 'Sokağın kendi bir tiyatrodur, dekoru hazırdır. Fotoğrafçıya düşen, o tiyatroda doğru anı yakalamaktır.” der.
Bağlam ve sembollerin dolambaçlı bahçesinde, sokak bir tiyatro perdesi gibi açılır: Güneşin yatkın ışığı, gölgelerin kıvrak dansı, arka plandaki bir afişin solgun harfleri, bir köpeğin vefalı izleri, yağmurun ıslak damlaları – hepsi, metaforların gizli ezgilerini çalar, bir senfoni gibi. Robert Frank'ın The Americans defterinde, 1950'lerin Amerika'sı fotoğraflarla bir halk destanına dönüşür, yaraları ve rüyalarıyla; tıpkı Ediz Özcan'ın günümüz İstanbul'unda, Nişantaşı'nın kalabalık nabzında veya Küçükpazar'ın katmanlı sokaklarında yakaladığı anlarda, modern Türkiye'nin karmaşık ritmini, beklenmedik gülümsemeleri ve gizli hikâyeleri nasıl da dokur. Her ikisi, çağın ruhunu –o zeitgeist'in soluğunu– yakalar; bir kare, bir kısa öykü gibi, nostaljinin tozlu patikalarında eleştiri taşır, kültürel aynalarda yansır.