Öncelikle bir bedenin idaresindeyim. Duygu ve düşünce enstrümanlarını ve bu fizik bedeni yöneten bir avatarım. Varlığımla…
Ama varlığım, bedenim, duygu ve düşüncelerimden de içerisi var. Hani Yunus’un “Bir ben var, benden içeri…” dediği gibi.
O, benim Öz’üm.
Özümden gelenin ya da kaynağından akanın, buraları besleyip şekillendirmesi ve yönetmesinin seyrindeyim.
Burada gördüğüm, seyrettiğim her şey, yine benim potansiyelimin, duygu, düşünce frekanslarımın bir nevi dışarıya yansıttıkları.
Yani aslında dışarıda seyrettiğim, kainat dediğim, dünya, evren dediğim, parçacıklar dediğim, atom, madde, eşya dediğim her şey içeride olanın dışarıya yansıması…
Çünkü ben O’nun suretinde yaratılmış, O’nun halifesi olarak birden bir parça ve bir zerreyim. Kendi merkezimde, bulunduğum yerden etrafa holografik olarak yansıttığım bir simülasyonun içerisindeyim. Ve gördüğüm her şey ya da var olduğunu zannettiğim her şey de önce bende oluşup, benim projeksiyon sistemimden hayat aynasına her an yansıtılıyor.
Düşünebiliyor musunuz, her birimiz bir projeksiyonla hayat aynasına bir görüntü yansıtıyoruz ve bu görüntülerin hiçbir tanesinin kuyruğu birbirine değmiyor.
Hiçbir tanesi birbiri ile çakışmadan, her birinin ortak buluşma yerinin adı da; dünya. Ve her birimiz, kendi hayatını ve kaderini oluşturabilme yetkisiyle, kendi potansiyelimizden aldığımızı, bir taraftan yazarak, yönetmenliğini, kameramanlığını, ışıkçılığını yaparak, bir taraftan da başrolleri ve figüranları oynayarak sergilemekteyiz.
Fakat bunun daha derininde olan özümüz ve onunla bağlantılı olarak aslında bizim ilahi yaradılış mekanizmamız tüm bu kurguyu belki de çoktan yapıp bitirmiş ve seyreden olarak bizi sinemasına davet ediyor, “Gel Ünal, protokol koltuğunda ve bu dünya kainat sinemasının galasında sana yer ayırdım. Benim yanımda otur, bunu seyret.” diyor.
Ve bu muhteşem galanın içerisinde, her birimiz onun yanında, onunla birlikte dünyayı, hayatı seyretmeye başlıyoruz. Ve bu hayat denilen şeyi seyrederken aslında bir taraftan bütünün yansımasını, bir taraftan da bütünün bir parçası olarak aynı anda kendimizden yansıyanı seyrediyoruz. Ve ne zaman ki buna şahitlik yerine, olana müdahaleler, yorumlar yapmaya, olanı yargılamaya başlıyoruz, işte o zaman yeni kaderler yaratıyoruz.
Ve kim ki başkalarına kaderler yaratıyor, yarattığı kaderi sorumluluk ve yükümlülük olarak kendi hayatına da çekiyor.