Bugün Türkiye’de 19 Mayıs genci olmak, yalnızca Atatürk’ün ideallerine mirasçı olmakla sınırlı olmayan; aynı zamanda yapısal eşitsizliklerin, ekonomik kırılganlıkların ve sosyal hareketlilik kanallarının tıkanmışlığının tam ortasında konumlanan bir varoluş biçimidir. Zira eğitim sisteminin adalet ilkesinden her geçen yıl daha da uzaklaştığı, sosyoekonomik durumun akademik başarıyı neredeyse doğrudan belirlediği, nitelikli eğitime erişimin giderek sınıfsal bir ayrıcalığa dönüştüğü bir düzlemde; gençliğe yöneltilen “geleceği inşa etme” misyonu, samimi ve sürdürülebilir bir karşılık bulmakta zorlanmaktadır.
Üniversiteye giriş sınavlarında aynı test kitapçığını çözen iki öğrenciden birinin, özel derslerle donanmış, rehberlik hizmetleriyle yönlendirilmiş ve teknolojik araçlara tam erişimli bir eğitim süreci geçirmişken; diğerinin kırık dökük bir okul binasında, niteliksiz öğretmen sirkülasyonuyla, belki de elektrik kesintileri arasında sınava hazırlandığı bir gerçeklikte, “başarı” kavramı eşitlikçi bir anlam taşımamaktadır. Bu durum yalnızca bireysel hayal kırıklıklarına değil, kamusal adalet duygusunun aşınmasına ve genç kuşakların sistemsel aidiyetlerinin zayıflamasına yol açmaktadır.
İstatistiki verilerle de sabit olduğu üzere, Türkiye’de genç işsizliği, OECD ülkeleri arasında en yüksek oranlardan birine sahiptir. Ancak işsizlik yalnızca ekonomik bir sorun değil, gençliğin değer üretme imkânlarının sınırlandığı, potansiyelinin karşılık bulamadığı ve dolayısıyla toplumsal aidiyet duygusunun kırılganlaştığı çok boyutlu bir mesele olarak değerlendirilmelidir. Mezuniyet sonrası geleceğe dair olumlu beklentilerin yerini umutsuzluk, kaygı ve belirsizlik aldığında; 19 Mayıs’ın taşıdığı umut vaadi, yalnızca törensel bir retoriğe indirgenmiş olur.