Okulun amacı akademik bilgi ve becerilerin K12’de (anaokulundan 12. sınıfa) bireylere kazandırmak olarak görülmektedir. Ülkece esiri olduğumuz bahsi geçen tanımın alt bileşenlerine bu gözle bakarsak maalesef eleştirilen bu davranışçı tanımın gereklerini dahi yerine getiremediğimiz görülecektir. Eğitimin kendi yaşantısı yoluyla (yaparak-yaşayarak), istendik (zorunlu olmadan), kalıcı – izli (ezbere değil anlamaya dayalı) olması gerekirken ezber bilgiler ve bu bilgilerin ne kadar hatırda tutulduğuna dair bir sistemsel sorun ortaya çıkmaktadır.
Dünyada son 40-50 yılda eğitimi yapılandıran 3 akım vardır. Önce davranışçılık (behaviorism), sonra bilişsellik (cognitivism), son olarak da sosyokültürel perspektif (sociocultural perspective) eğitimde bugün aklımızda kalan birçok değişim önerisinin felsefi altyapısını oluşturmaktadır. Buna bağlı olarak eğitim bilimcilerinin ilk sordukları soru davranışı nasıl değiştiririz, sonra öğrenme öğrenci beyninde nasıl gerçekleşiyor, son olarak ise toplumu eğitim yoluyla nasıl dönüştürürüz olmuştur. Haliyle eğitimde reform hareketleri bu sorulara verilen cevaplara bağlı kalmıştır. Önceleri davranışlara odaklanan eğitim sistemleri sonrasında öğrenmenin zihinsel süreçlere bağlı olduğu savı üzerinden devam etmiştir. Bir noktadan sonra öğrenme daha çok sosyal etkileşim, sosyal normlara aykırı olmama, topluma ve toplumun devamlılığına hizmet etme, toplumun bir parçası olmanın sınıf ortamına aktarılması olarak odaklanmıştır. Bu da bireysel bir kurgudan sınıfın etkileşimli bir hale gelmesine, öğrenmenin grup aktivitesi, takım çalışması, liderlik gibi çalışmalara yönelmesine neden oldu. Aslında bu akımlardan doğan ve eğitimcilerin çoklu zekâ, ters-yüz öğrenme, yapılandırmacı, sunuş yoluyla, buluş yoluyla, harmanlaşmış, zenginleştirilmiş vb. isimlerle bildikleri yaklaşımların tamamı dayandıkları perspektifin öğrenme konusuna bakış açısı üzerinden ortaya çıkmışlardır.
Havalı isimlerin sınıf ortamında karşılıklarının olmamaları ortaya çıkıp meşhur oldukları hızda sönüyor olmalarına neden olmaktadır. Ancak bu noktada bahse konu yaklaşımların sadece Türk eğitim sisteminin büyük bir kısmında karşılıklarının olmadığını belirtmek gerekir. Dünyada bu ve benzeri yaklaşımları oldukça iyi uygulayan ülkeler olmakla beraber Türkiye’de de özel okullar arasından örnek sayılabilecek çalışmalara imza atan kurumlar bulunmaktadır.
Arka arkaya isimlerini duyduğumuz bu akımların sabun köpüğü gibi parlamaları ardından da sönmelerinin arkasında iki sebep vardır:
1- Okulun ihtiyaçlarına cevap verememe
2- Okuldan beklenenlere cevap verememe
Bu noktada cevap verilmesi gereken iki soru doğuyor. Yazının geri kalan kısmında bu iki soruya odaklanılacaktır.
Öğrenme biz okullar, sınıflar kurmayı akıl etmeden çok önceden beri vardı. Sistemli olmasa da toplumun varlığını devam ettirebilmek adına bugün bildiğimiz okul yapısından daha basit ancak daha karmaşık ve karmaşık konuların öğretildiği, öğrenildiği bir yapıdan bahsediyorum. Modern zamanlarda yaşadığımız gelişmelerin tamamının altyapısını oluşturan icatlar ve buluşların tamamı bugünün okulu yokken ortaya çıktılar. Sokrates anlatırken, İbni Sina bulurken, Biruni icat ederken, Arşimet sokaklarda koşarken bugün varlığıyla çok övündüğümüz sistematik, bilimsel, yapılandırılmış öğrenme ve öğretme kurgusu henüz ortaya çıkmamıştı.
Türkiye’de okulun hüviyetini kaybetmesi iki olayla doğrudan alakalıdır. Bunlardan birincisi köy enstitülerinin kapatılması, ikincisi ise maarif kolejlerinin açılmasıdır. İlkinde çağın gereklerine uygun eğitim kurgusu terk edilmiş, ikincisinde ise bugünkü sınav sorunumuza temel teşkil edecek bir başlangıç yapılmıştır. Bu yazının konusu bu tercihlerin siyasi, politik sebep ve sonuçlarını tartışmak değildir. O nedenle bu konular üzerinde durulmayacaktır. Özellikle sınavla öğrenci alan maarif kolejlerinin açılması zamanla alt sosyoekonomik grupların eğitime olan taleplerinin de artmasıyla önce ortaokulun, sonra ilkokulun tüm eğitsel faaliyetlerinin sınava endekslenmiş bir hale gelmesini sağlamıştır.