On yıl... Bir çocuğun doğumundan ergenliğine, bir kralın tahttan ölümüne uzanan bir zaman dilimi. Savaş, artık fiziksel bir mücadeleden çok, kolektif bir psikoz halini almıştı. Thucydides’in Peloponnesos Savaşı’nda anlattığı gibi, uzayan savaşlar toplumları içten kemiren bir 'ateşli humma'ya dönüşür. Truva’da da halk, yorgunluktan düşen bedenlerini değil, kırılan umutlarını taşıyordu sokaklarda. Savaş naraları, yerini boş tencere seslerine bırakmış; tanrılara adanan kurbanlar, yerini sessiz dualara terk etmişti.
Düşmanın aniden çekilmesi, bir teslimiyet değil, bir stratejiydi. Sun Tzu’nun Savaş Sanatı’nda vurguladığı üzere, 'Gerçek zafer, savaşmadan kazanılandır.' Yunanlıların geride bıraktığı devasa tahta at, işte bu felsefenin somutlaşmış haliydi. Ama Truva halkı, barışın sessizliğine o kadar susamıştı ki, Aristoteles’in Retorik’te tarif ettiği 'pathos' (duygusal çöküş) tuzağına düştü: Mantık, özlemin gölgesinde kayboldu.
Barışın Retoriği Budur; İknanın Karanlık Sanatı…
Tahta atın surlara alınışı, siyasi tarihin ilk psikolojik operasyonlarından biriydi. Platon’un Devlet’inde uyardığı gibi, 'İktidar, gerçeği manipüle edenlerin elinde bir silaha dönüşür.' Truva ileri gelenleri, atı bir 'armağan' olarak kabul ederken, aslında düşmanın retoriğine yenik düşmüştü. Sophokles’in Antigone’sindeki Kreon gibi, gurur ve kibir arasında sıkışan bir iradeydi bu. Kassandra’nın çığlıkları ise, tarihin tekerrür eden bir motifi haline geldi: Kassandra Kompleksi. Psikoloji literatüründe, felaketi öngören ancak sesi duyulmayanların trajedisini anlatır bu terim. Carl Jung’un dediği gibi, 'Toplumlar, hakikati reddettiklerinde, kâhinler lanetli sayılır.' Truva’da da Kassandra’nın kehanetleri, barış naraları arasında boğuldu. Oysa Herodot, Tarih’inde şöyle yazar: 'En tehlikeli an, zaferin en yakın göründüğü andır.'