Siyah Pantolonun Derin İzleri: Alişan Kapaklıkaya ile Yaşamın İçinden

Kocaeli Kitap Fuarı, Türkiye'nin en büyük kitap fuarlarından biri olma unvanını yıllardır koruyor. Her yıl, ülkenin dört bir yanından binlerce okuru, yazarı, yayınevini ve düşünürü bir araya getirerek kültürel bir şölen sunuyor. Bu fuarın en büyük değerlerinden biri de okuyucuların hayatlarına dokunan, derin izler bırakan yazarlara ev sahipliği yapması. Bu yıl fuarda Alişan Kapaklıkaya hem okuyucularıyla buluştu hem de hikâyeleriyle onların yüreklerine hitap etti. Kapaklıkaya'nın belki de en çok bilinen anılarından biri, siyah pantolon hikâyesidir. Bu hikâye, derin bir yoksulluk ve fedakarlık anısına dayanır ve Kapaklıkaya'nın insanlara verdiği mesajın özünü yansıtır: Sevdiklerinize, hayattayken sevginizi gösterin.

Kızını kaybettikten sonra dahi insanlara umut aşılamaya devam eden Kapaklıkaya, bu röportajda, hayat felsefesinin nasıl değiştiğini, aile içi iletişimde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini ve insanlara umut vermenin yollarını tüm içtenliğiyle paylaştı.

Kızınızın vefatından sonra yaşadığınız süreçte hayat felsefeniz nasıl değişti? Bu zor dönemi aşarken insanlara umut aşılamanın yollarını nasıl buldunuz?

Bir gün kızım bana demişti ki “Baba, bugüne kadar sizinle yürüdüğüm hayat yolculuğumu yakında tamamlayacağımı hissediyorum. Ben aranızdan ayrıldıktan sonra da eğitim ve konferanslarına devam et. Çünkü senin söylemlerin insanların yaşamına ışık tutuyor. Özellikle kitapların okuyanlara umut oluyor. Sakın vazgeçip bir köşeye çekilme. Daha çok kitap yaz. Arkamda, yaşamaktan vazgeçmiş, gözlerinin ışığı sönmüş, umudunu kaybetmiş ve arkamdan sürekli ağlayan bir baba kalsın istemiyorum.”

Kızım kanserdi ve son günlerini yaşıyordu. O gece sabaha kadar uyumadım. Bir yandan bulunduğu her oramda harika bir enerji yayan cennet bakışlı yavrumun acısıyla yanıyor, bir yandan da onun vasiyetini tutup tutamayacağımı düşünüyordum. 4 Ocak 2018’de bir konferans anında öğrendim yavrumun son nefesini verdiğini. O an ölümle yüzleştim ve doğum gibi ölümün de yaşamın bir parçası olduğunu kabullendim. Kızımı toprağa verirken şunu düşündüm: “Allah bana üç evlat verirken iyi Allah oluyor da birini yanına çağırırken kötü Allah mı oluyor?”

Doğum ve ölüm zamanını belirlemek bizim elimizde değil. Bununla birlikte bu ikisinin arasında geçen süreyi nasıl yaşayacağımız bizim etki alanımızda. Ben kalan ömrümü ya hayata küsüp kızımın acısıyla yanarak geçirecektim ya da Zühal gibi hazinelerin kendilerini keşfedip geliştirmeleri için umut vermeye ve destek olmaya devam edecektim. İkincisini seçtim. Kızım vefat etmeden önce Ankara’da 30 Ocak’ta bir konferans planlanmıştı. Keçiören Belediyesi aramış ve çok duyarlı bir şekilde, hocamızın acısını paylaşıyoruz, isterse konferansı erteleyelim, demiş. 

“Baba ben gittikten sonra da devam et.” diyen Zühal’in sözleri geldi akıma. Ertelemesinler dedim ve gittim. Binlerce kişi gelmişti ve sanki bana göz kırparak gülümseyen yavrum da oradaydı. İnsanların umudunu canlandırmanın yolu öncelikle kendi umudunu diri tutmakmış. Anladım ki ölenin arkasından ağlayıp yas tutarken yanında olanları ihmal etmemek gerekiyormuş. Sevdiklerine sevgiyi onlar sağken ve yanındayken yaşatmak çok kıymetliymiş.

Aile içi iletişim konusundaki çalışmalarınız büyük ilgi görüyor. Sizce aile içi iletişimi güçlendirmenin en etkili yolu nedir ve bu iletişim nasıl uzun vadede korunabilir?

Benim de bir ailem var. Biz aile kavramının ne olduğunu bilmeden, evliliğe hazır olup olmadığımızı fark etmeden evlendik. Güzel umutlarla başlayan evliliğimiz nasıl çözeceğimizi bilmeden önümüze çıkan sorunlar karşısında sarsıldı. Öyle ki dağılma noktasına kadar geldi. Hatta boşanmak için mahkemeye bile gittim.

İkimiz de evliliğin büyüklerimizden gördüğümüz gibi bir yapı olduğunu sanıyorduk. Birbirimize sevgimizi anne babalardan ya hiç görmediğimiz ya da çok az gördüğümüz şekilde göstermeye çalışıyorduk. İletişimi sadece fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılayarak kuracağımızı sanıyorduk. Ne ben eşimi tanıyordum ne de eşim beni tanıyordu. İnsan tanımadığı biriyle nasıl iletişim kurabilir sizce? Sonradan anladım ki bırakın birbirimizi tanımayı, kendimizi bile tanımıyorduk.

Biz, ‘Kol kırılır yen içinde kalır.’ anlayışıyla büyümüş bir nesiliz. El âlem ne der tanrısının sadık kulları olarak yetiştik. Aman derdini kimseye söyleme, aman kimse duymasın, laf ederler, aman ailemizi kınamasınlar diye bastırıldık ve sindirildik. Toplumumuzda aileye nereden geldiğini bilmediğim bir kutsallık atfedildiği için insanlar sorunlarını kimseye anlatamadılar. Korktular.

Kariyerinde ve sosyal yaşamında zirvelerde yaşayan ben ailem dağıldıktan sonra düştüm, yer ile yeksan oldum. Kendimi toparlamak için terapi almaya başladıktan sonra eşimde olduğunu sandığım sorunların büyük oranda bende olduğunu fark ettim. Eşimden çok ona bakışımın sorunlu olduğunu, küçüklüğümden beri bastırıp ruhumun en dip noktalarına sakladığım ve bugüne kadar içimde taşıdığım sorunlarımı ona yansıttığımı gördüm. O güne kadar eşimin hatalarını düzeltmenin peşinden koşan ben bundan vazgeçtim ve kendi içsel yolculuğuma çıktım. Bir baktım ki ne göreyim: Kimse anlamasın diye ifade edemeyip içime gömdüğüm duygularımla iç dünyamı cehenneme çevirmişim. Önce kendimi deşifre ettim. Yüklerimi boşalttım. Kendimi tanımaya başladım. Özüme yaklaştıkça kendimle iletişimim güçlendi. Kendimle kavgamı durdurdum.

Anladım ki insan kendisiyle kavgalıysa başkalarıyla barışık olamıyor, kendisiyle barışık olanınsa etrafında kavga edecek kimse kalmıyor. Kendimle kavgam azaldıkça eşimle iletişimim de gelişme yoluna girdi. Hem kendimi hem de eşimi anlamaya ve sevmeye başladım.

Konferanslarımda bu yaşadıklarımı anlatmaya başlayınca büyük bir ilgiyle karşılaştım. İnsanlarla konuştukça birçok kimsenin benim yaşadıklarımı yaşadığını ancak bunu paylaşmaya cesaret edemediğini gördüm. Ben sadece kendi ailemi anlatmakla kalmamışım ve topluma ayna tutmuşum. İnsanlar bende kendilerini gördüler ve o yüzden ilgi gösterdiler.

Aile içinde iletişimi güçlendirmenin yolu öncelikle kendinle olan iletişimi güçlendirmektir. Sonra da eşinin ve çocuklarının kişilik yapılarını, mizaçlarını, iletişim biçimlerini öğrenerek ona göre yaklaşım sergilemektir. Bunlar yapıldığı takdirde tüm aile bireylerinin birbirleriyle olan iletişimi uzun vadede çok sağlam kalır.

Siyah Pantolon hikâyesi birçok insanın kalbine dokundu. Bu hikâyeyi paylaşmanızın ardındaki temel motivasyon neydi ve bu kadar güçlü bir etki yaratacağını öngörmüş müydünüz?

Siyah pantolon hikâyesi yaşandığında ben on yaşındaydım, kardeşim de altı yaşındaydı. Bu acı olayı o zamanki aklımla ruhumun derinliklerine saklamışım. Belki de bu derin acıyla yüzleşmeye takatim olmadığı için bu durumla yüzleşmeye korktum.

2017 yılında bir televizyon programında durup dururken aklıma geldi ve içimden geldiği gibi anlatmaya başladım. Konuşurken o günkü hislerimle buluştuğumu gördüm. Kalbimi serbest bıraktım ve o çocuk dünyamla anlattım. Ne güzel anlatmak için bir çabam vardı ne de insanları duygulandırmak gibi bir düşüncem. Bu hikâyem sosyal medyaya düştü ve bir hafta gibi kısa bir süre içerinde önce ülkemize, ardından da dünyaya yayıldı. Farklı dillere çevirisi yapıldı.

Ben sevginin sevdiklerimiz sağken ve yanımızdayken gösterilmesini önemsiyorum, onlar öldükten sonra değil. Toplumumuzda bu biraz ters çalışıyor. Bir insan hayattayken kapısını çalıp hatırını sormuyoruz, hastayken ziyaret etmiyoruz, gözlerine bakarak şifa dilemiyoruz, bir ihtiyacın var mı diye sormuyoruz. 

Acaba gelen olur mu diye gözü kapıda çakılı kalan o insan öldükten sonra bütün sevenleri toplanıyor, evine gidiyor ve mezarının başında feryat ediyoruz. Peki, o bunu duyuyor mu? Bir insan hastaneye giderken koluna girip yoldaşlık etmek mi yoksa o insan vefat ettiğinde mezara götürülürken tabutunun altına girip onu taşımak mı?

Lütfen sevdiklerinize sevginizi onlar yanınızdayken gösterin diyorum.

Eğitimde NLP uzmanlığı üzerine çalışmalarınız var. ‘Öğrenmeyi öğrenme’ kavramı hakkında düşünceleriniz nelerdir ve bu kavramı özellikle gençlere nasıl aşılayabiliriz?

Çocukluğumuzda hayal dünyamız içinde bulunduğumuz çevreyle sınırlıydı.  Yaşadığımız yoksulluktan kurtulabilmek için iki seçeneğimiz vardı: Ya sigortalı bir işe girmek ya da okuyup üniversiteye gitmek. Ancak böyle adam olabilirdi insan. Başka seçenek olmadığı için çocuklar okula gider ve zorla öğrenirlerdi. Yoğun bir baskı altında diploma alan gençler girdikleri işlerde ne kadar severek çalışırlar ve üretirlerdi orası tartışılır.

Günümüzde sahip olduğumuz olanaklarla seçeneklerimiz çoğaldı. Dünyada okul dışında farklı bir yaşamın olduğunu gören bazı gençler okula gitmeyi gerekli görmüyorlar. Sistem gereği zorla gidenler okulu ya da bir konunun zorla öğretilmesini sevmiyorlar.

Eğitim sistemimiz okulu ne kadar sevimli bir ortama çevirebiliyor? Öğretmenler derslerini öğrencilerin dikkatini çekecek ve merakını gıdıklayacak kadar ilginç bir hale getirebiliyorlar mı? Öğrenciler kendi öğrenme stillerini tanıyorlar mı? Aileler çocuklarına yardım edebilecek kadar onların gelişim süreçlerinin farkındalar mı? 

Hem lisede hem de üniversitede öğretmenlik yaptığım yıllarda gençlerdeki tükenmişliği ve boş vermişliği gördüm. Öğrencilere önce hayaller kurduracak sonra da bu hayallerin peşinden koşmaların sağlayacak çalışmalar yapmaya başladım.

Araştırmalarımdan sonra gördüm ki her öğrenci öğrenebiliyor. Ancak hepsi aynı biçimde ve hızda öğrenemiyor. Her öğretmenin dersini sunma biçimi, her öğrencinin de sunulanları öğrenme biçimi farklı olabiliyor. Aslında başarısızlık diye bir şey yok. Başarısızlık diye adlandırdığımız durum öğretmenin öğretme biçimi ile öğrencinin de öğrenme biçiminin uyuşmamasından kaynaklanan sonucun adı.

Bazı öğrenciler duyduklarını daha iyi öğrenebiliyor. Bazıları gördüklerini, bazılarıysa yaptıklarını ve yaşadıklarını. Hal böyleyken öğretmenin tüm sınıfa hitaben “Dinleyin beni!” demesi ne kadar doğru ya da ne kadar etkili?

Benzinle çalışan bir arabanın deposunu sütle doldurmak arabayı ne kadar çalıştırabiliyorsa yaparak-yaşayarak öğrenen bir öğrencinin kulağını “Dinle beni, dikkatini buraya ver, sakın başka bir şeye odaklanma!” sesleriyle doldurmak da onun beynini o kadar çalıştırabilir?

İnsanların kan gruplarının farklı olması gibi öğrenme stillerinin de farklı olduğunu görmek beni heyecanlandırıyor. Nasıl ki kendi kan grubuna uymayan birinin kanını vermek kişinin ölümüne neden olabiliyorsa, kendi öğrenme stiline uymayan bir şekilde ders çalışmaya zorlamak da bir öğrencinin merakını köreltiyor ve öğrenme hevesini öldürüyor.

Yakından bakarsanız sınıfların neşesi kaçırılmış, öğrenme isteği azaltılmış, hayalleri söndürülmüş, beyinleri işe yaramayan ezber bilgilerle doldurulmuş ve ruhları olumsuz duygularla işgal edilmiş nice canlı cenazeler tarafından doldurulduğunu görürsünüz. Sevmediği bir okulda, kendisine uygun olmayan eğitim ortamlarında nice cevherin çöplük muamelesi gördüğüne şahit olursunuz.

Günümüzde gençlere öğrenmeyi öğrenme kavramını aşılamaya gerek yok aslında. Çünkü onlar okula zaten meraklı bir şekilde geliyorlar. Soruyorlar, kurcalıyorlar, sıra dışı düşünüyorlar ve hayaller kuruyorlar. Biz onları köreltmeyelim yeter.

Ergenlik dönemi, kimlik arayışlarının ve duygusal çalkantıların yoğun yaşandığı bir süreç. Bu dönemde aile içi iletişimin sağlıklı kalması için ebeveynler nasıl bir yol izlemeli?

İlkbaharda bütün sular bulanık akar. Yere düşen yağmur damlaları birikir ve olduğu yere sığmaz olur. Tek başına bir gücü olmayan damlalar bir araya gelince sel olup güçlü bir şekilde akmaya başlar. Eğer uygun bir kanal bulmazlarsa karşına çıkan her şeyi alıp önüne katar.

Ergenlik de böyledir: Bir bebekken gücü yoktur. Büyüyüp anne babasının ve toplumun kendisi için belirlediği kalıbın dışına çıkmaya başlayınca çatışmalar başlar. Ergenlik insanın kendini inşa etme sürecinin zorlu bir dönemidir. Duygusal çalkantıların zirve yaptığı bu süreçte hem ergen hem de anne baba ne yapacağını bilemez ve çaresiz kalır.

Yaşanan en zorlu süreçlerden biri iletişim çatışmalarıdır. Ergen henüz kendini tanımadığı, anne baba da çocuğunun gelişim evrelerini tam kavrayamadığı için zıtlaşmalar alevlenir. Her iki tarafta öfke patlamaları yaşanabilir.

Kimliğini arayış sürecinde uzun bir yolculuğuna çıkmış olan ergen nereye gideceğini bilmeyen navigasyonsuz bir araç gibidir. Ya da bir dağın başında kaynağından çıkmış yokuş aşağıya akan bir su gibi. Bazen kayalara çarpıp etrafına sıçrar, bazen yüksekten düşüp şelale gibi çağıldar, bazen düzgün bir kanalda sessizce akar. 

Peki ne zaman sakinleşir?

Kavuştuğu denizde.

Ergen de böyle değil midir?

Dün evet dediğine bugün hayır der, dün sevdiğine bugün kızar. Dün karşı çıktığını bugün savunur. Dün sakince yaşadığı evden bugün kapısını çarparak çıkar ve bir süre sonra tekrar gelip o kapıyı güvenle çalar.

Gençliğe ve yetişkinliğe doğru yol alan bir ergenin en çok huzur bulacağı yer yine ailesidir. O yüzden anne baba kendi kaygı, korku ve beklentilerini çocuğa yüklemekten vaz geçmelidir. Öncelikle kendini tanımalı, olduğu gibi kabul etmeli, sonra da çocuğunun gelişim süreçlerini anlayabilmek için çocuğundan önce kendini eğitmelidir.

Bir arabayı kullanabilmek için haftalarca ehliyet kursuna giden, bir mesleği edinmek için dört yıl boyunca fakültelerde okuyan insanlar ömür boyu iletişimde bulunacakları çocukları için de yeterlilik belgesi almalı değiller mi?

Anne baba farklı özellikler taşıyan her tohumun aynı toprakta farklı bir şekilde yetişmesi gibi, farklı mizaçlarda olan çocuklarının aynı ailede farklı davranışlar sergileyebileceğinin farkına varmalıdırlar.

Bazen kendime soruyorum: Bizden çok daha aydınlık ruhlara sahip, daha açıklı zihinli, daha girişken, daha cesur çocuklarımızı ne cüretle eğitmeye çalışıyoruz?

Sosyal medya ve modern yaşam tarzları aile yapısında değişikliklere yol açıyor. Sizce bu değişimler aile yapısına nasıl yansıyor ve genç nesillerin aile değerlerine bakışı nasıl etkileniyor?

Sosyal medya aile üzerinde birtakım değişikliklere neden olsa da temelini sağlam temeller üzerine kurmuş ailelerde bozulmalara neden olmuyor.

Rüzgar ne kadar güçlü eserse essin ulu bir çınara zarar verebilir mi?

İlişkilerin güçlü olmadığı ailelerde eşler sosyal mecralara dalıp birbirinden uzaklaşabiliyorlar.  Sevgi yerine katı bir otorite ve korkuyla eğitilen çocuklar başka bir dünyanın da olduğunu anladıklarında ebeveynlerinden soğuyabiliyor ve onlardan uzaklaşabiliyorlar.

Ünlülerin hayatlarına dikkat kesilen bir anne kendi çocuğunun neler yaşadığını merak etmezse, sevdiği bir futbolcunun attığı tüm golleri ezbere bilen bir baba çocuğunun sınavlardan kaç puan aldığını görmezse, kendini dizilerdeki hikâyeye kaptıran ve gelecek bölümdeki gelişmeleri heyecanla bekleyen bir aile çocuğunun gelişim süreçlerinin farkında olmazsa dıştan soluk içten öfkeli bir çocuk yetiştirebilir ancak.

İşte genç nesillerdeki değersizlik inancının tohumları böyle atılıyor.

Bir ergen bana demişti ki “Keşke ben bir telefon ekranı olsaydım. Benim babam ekranı okşadığı kadar benim yanaklarımı hiç okşamadı.” Yine bir genç kız annesinin sosyal medyadaki hikâyeleri takip ettiği kadar kendi hikâyesini takip etmediğini ve içinde kopan fırtınalardan haberdar olmadığını derin bir üzüntüyle anlatmıştı.

Bir yetişkin, evde çocuklarına iyi davranmıyor, ilgi göstermiyor, yürekten bir iletişim kurmuyor, ardından da çocukları eğitmekle ilgili harika pozlar paylaşıyorsa bu durum çocuklarda güvensizliğe neden oluyor.

Evde asık suratlı ve öfkeli dolaşan bir anne baba ne kadar güzel pozlar paylaşırsa paylaşsın, ne kadar güzel öğütler verirse versin çocuğunun yüzünde tatlı bir tebessüm oluşturamaz. 

Siz bir çocuğa kendi çocukluğunuzdaki virüslü değerleri en güzel değerler diye dayatıyorsanız, çocuk sosyal medyada bundan çok daha farklı ve güzel değerlerin yaşandığı aileleri gördüğünde size olan güveni sarsılıyor.

Sosyal medyanın özellikle ergenler üzerinde oluşturduğu baskı ve rekabet ortamı sıkça gündeme geliyor. Sizce bu baskıyla başa çıkmak için gençlere hangi beceriler kazandırılmalı?

İnsanın hareket enerjisi ergenlik ve gençlikte maksimum düzeye çıkıyor. Yerinde durmakta zorlanan çocukları toplayıp sınıf dediğimiz ve hareketsiz kalmalarını istediğimiz alanlara toplamak onlara zulüm gibi geliyor. O kadar çok sıkılıyorlar ki zil çalar çalmaz kendilerini sınıfın dışına atıyorlar. Ders başladığında sınıfa geç giren hatta hiç girmek istemeyen öğrenciler görebilirsiniz ancak ders bittiğinde sınıftan geç çıkan öğrenci göremezsiniz?

Sosyal medya ergenlere ve gençlere renkli, hareketli, heyecanlı ve ilginç bir dünya sunuyor.

Bir yanda sabahtan akşama kadar “Sessiz ol, burayı dinle, konuşma, otur yerine!” gibi pasifleştirici emirlerin havada uçuştuğu renksiz bir sınıf ortamı; diğer yandan da ilginç, merakı gıdıklayan, aksiyona çağıran, yeni dünyalar keşfetmeye davet eden, beynin işletim sistemiyle uyumlu çekici bir dünya.

Siz olsanız hangisini seçersiniz?

Bu baskını altında kalan gençler için ne yapılabilir?

Her şeyden önce ebeveynler anne-baba olduklarının bilinciyle hareket etmeye başlamalıdırlar. Sevgiye, samimiyete, kararlılığa ve netliğe dayalı bir disiplinle yaklaşmalılar. Eskide kalmış güncelliği kalmamış anlayışları dayatmak yerine kendilerini günün koşullarına göre güncelleyen, tazeleyen ve çocuklarını anlayacak şekilde yetiştiren bir yola girmelidirler.

Çocuklarına önce dur, biraz düşün ve sonra harekete geç diye bir çözüm yolu gösterebilirler. Gerek sosyal medya gerek akran gerekse ekran baskısına maruz kalan ergenler bu baskının yönlendirmesiyle yaşamak yerine önce bir an durmayı, ardından bir süre düşünmeyi ve kendileri için doğru olan kararı verdikten sonra harekete geçmeyi öğrenebilirler. 

Ergenler ve gençler kendilerindeki güç, kapasite ve yeteneklerle tanıştırılmalıdır ki başka arayışlara girmesinler. İstediği ve aradığı her şeyin kendi bünyesinde hazır bulunduğunu fark eden bir insan başka arayışlara girmek ister mi?

Ergenlik döneminde özgüven inşa etmek oldukça zor olabiliyor. Gençlere özgüven aşılamanın en sağlıklı yolları nelerdir ve bu süreçte ailelerin rolü nedir?

Kendi kimliğini bulmak için ebeveyniyle çatışmaya giren ergen onların sınırlarını çok zorlar. Eğer büyüklerin koyduğu sınırları yıkarsa kendinde bir güç bulur, o sınırları aşamayıp geri dönerse pasif ve içe kapanık bir kişilik geliştirebilir. Ebeveynler çocuklarının sınırları zorlamasına kontrollü bir şekilde zorlamasına izin vermelidir.

İnsan özünü bulup tanışırsa ona güvenir. Kendini tanımayan, sahip olduğu güzellikleri bilmeyen ve hazinelerini keşfetmeyen bir insan neyine güvensin ki?

Özgüven özünün ne olduğunu anlamakta başlar.

Ergenlik ve gençlik dönemi mevsimlere benzer. Duygu, düşünce, anlayış ve davranışlar her an farklılık gösterebilir.

Sağlam bir zaman üzerine inşa edilmeyen bir bina dayanıklı olabilir mi?

Özgüvenli çocuklar yetiştirebilmek için kendimizi özgüvenli ebeveyn haline getirmeliyiz.

Ergenler güçlendikçe kendilerine konulan sınırları zorlamayı dener. Ezip geçmek ve dışına çıkmak istediği duvarlardan biri anne baba kimliğidir. 

Ergenlere alabilecekleri küçük sorumluluklar vererek, başarabilecekleri düzeyde, çalışmalar yaptırarak ardından bunu alkışlayıp takdir ederek özgüven kazandırabiliriz.

Şöyle bir gözlemim var:

Çok başarılı ve aktif insanların çocukları başarısız ve pasif olabiliyor.

Çünkü anne babalar kendi başarılarını çocuklarının gözüne sokar gibi sürekli anlatarak onları ezikleştiriyorlar. Ben yapamam, ben başaramam diye düşünüyor çocuk. Koskoca babam bu zorlukları aşmış, ben bu küçücük halimle asla başaramam, annem gibi olamam inancı oluşuyor.

“Türkiye'nin en büyük kitap fuarı” ünvanını taşıyan Kocaeli Kitap Fuarı, bu farkını nasıl ortaya koyuyor? Sizce bu unvanı hak etmesindeki en belirleyici unsurlar neler?

Ayrışma yok burada. Her renk, düşünce, anlayış ve görüşten yazar çağırıyorlar. Kendini dışlanmış hisseden kimse yok. Tek düşünceyi savunan seslerden bir koro oluşturmak yerine her düşüncenin kendini ifade etme imkanı bulduğu bir orkestra gibiydi Kocaeli Kitap Fuarı.

Tek renk çiçeğin açtı değil, her renkten çiçeğin oluşturduğu göz kamaştırıcı güzellikte bir bahçeydi. Gelen yazarları özel hissettirme, güler yüzle karşılama, planlı hareket etme… İnsani değerler açısından aklınıza gelen ne varsa buradaydı.

İşte bu yüzden Türkiye’nin en büyük fuarı olmayı hakkediyor.

5-13 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek olan fuarda 800 yazar, 980 panel, söyleşi ve imza etkinliği, 530 yayınevi, sahaf ve STK katılımı olacak. Bir fuardan öte festival havasında geçecek bu etkinliklerin, ülkemizin gençliğine ve geleceğine nasıl bir katkı sunacağını düşünüyorsunuz?

Çocukların ve gençlerin ruhsal olarak en büyük kaynağı büyüklerin tecrübeleridir. Birçok yazar, düşünür, bilim insanı, eğitimci ve araştırmacı ürettiklerini heybesine doldurup geldi. Fuar boyunca gelen misafirlerine ikram etti birikimlerini.

Nasıl ki yağmur kurumuş bir toprakla buluştuğunda ona ekilen tohumları yeşertiyorsa, kitap fuarında insana sunulan değerler, kurumuş ruhlara yağan yağmur gibi ondaki tüm cevherleri, güzellikleri ve yetenekleri ortaya çıkaracaktır.

Anne babalar bilinçlenecek, çocuklar kaliteli yetişecek, toplumsal yapı sağlamlaşacak ve ülkemiz hak ettiğini yaşam seviyesine doğru ilerleyecektir.

Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Alişan Kapaklıkaya'nın yaşam felsefesi, zorluklar karşısında ayakta kalmayı başarmış, derin bir anlam taşıyor. Kocaeli Kitap Fuarı’nda olduğu gibi, onun söylemleri insanların iç dünyasında bir kapı aralıyor, yaşama dair umutlarını tazeliyor. Siyah pantolon hikâyesinden çıkardığı derslerle, hayata bakışını değiştiren Kapaklıkaya, insanların kalbine dokunmaya devam ediyor. 

Değerli dostum söyleşi için teşekkür ederim…

Instagram: @akapaklikaya

facebook.com/akapaklikaya

Youtube: @alisankapaklkaya8263

*******

Instagram

X

LinkedIn

Facebook

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Popüler İçerikler

Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı