Sinema Dünyasının Hem Sevilen Hem de İstenmeyen Adamı Lars von Trier'in Hayatından Kesitler

1956 Kopenhag doğumlu ünlü yönetmen,  Nudist Yahudi bir ailenin çocuğu. Trier, genç yaşında sinemayı, hayata dair birçok şeyi öğrenmek üzere dış dünyaya açılan bir kapı olarak gördü. Kendisine çocukken hediye edilen Super 8 kamera belki de bu kapının ilk anahtarlarından biriydi. Gerek sahip olduğu farklı sinema tarzı, gerek her filminde yargılamaktan hiç çekinmediği toplumsal değerlerle, kendisine has hayran kitlesini oluşturmayı başardı. İşte, sinema dünyasında hem sevilen hem de istenmeyen adam olan Lars von Trier'in hayatından kesitler...

1. Lars von Trier’in ölüm döşeğindeki annesi, oğluna babasının aslında gerçek babası olmadığını söyledi.

Trier’in annesi, oğlu sanatçı genlere sahip olsun diye Trier’i, kocasından değil, kocasının patronu olan ve aynı zamanda Danimarka’nın en ünlü bestecilerinden birinin ailesinden gelen Fritz Michael Hartmann’dan yapmaya karar vermiş. Bu kadarla da kalsa iyi! Bu denli önemli bir şeyi, oğluna ancak ölüm döşeğinde söyleyebilmiş. Trier’in aylarca izini sürdüğü 90 yaşındaki gerçek babası, Trier’le gerçekleştirdiği görüşmenin ardından “Bundan sonra benimle avukatım üzerinden konuş” demesiyle ne yazık ki aralarındaki bağ hiç oluşmadan koptu.

2. Karısını hamileyken terk edip, başka bir kadınla birlikte olmaya başladı.

Trier’in aileyle olan derdi yetişkinliğinde de devam etti. Bir röportajında aile kurumunun dayattığı dogmaları kabul etmek istemediğini söyleyen Trier'in karısını aldatması bile sanki bilinçli bir eylem gibi.

3. Uçak korkusu nedeniyle hemen hemen her yere kendi karavanıyla ya da başka araçla gitti.

Hatta bu nedenle Altın Palmiye kazandığı Cannes Film Festivali’ni de (2000) son anda kaçırma tehlikesi yaşamıştı.

4. 1995 yılında yayımladığı Dogma 95 isimli manifesto sonucu Hollywood’un sıkça başvurduğu bazı çekim tekniklerinden uzak durmayı amaçladı.

Alternatif bir sinema akımı olarak ortaya çıkan Dogma 95’te yakın çekimler, hareketli kamera kullanımı, farklı ışık efektleri, müzik kullanılmaması gibi doğallığı açığa çıkaran sanallığı yok eden yöntemler benimsemeye çalıştı. Bu akım bir başkaldırı olarak ifade edilse de zamanla Trier tarafından da çeşitli nedenlerden dolayı terk edildi. Ancak, sinemaya kazandırdığı alternatif bir bakışla tahmin edildiğinden fazla tartışıldı ve dikkat çeken bir sinema akımı oldu.

5. 1999’da Dancer in the Dark’ın çekimleri sırasında sürekli kavga ettiği başrol oyuncusu Björk nedeniyle set sık sık durma noktasına geldi.

Filmin çekimlerinin bitmesine yakın çıkan bir kavga sonrası film iptal oldu ve iki taraf da birkaç ay sonrasında sakinleşince yarım kalan film, ancak tamamlanabildi. Dancer in The Dark ile Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Björk, o dönemde verdiği bir röportajda Lars von Trier’in kadınları kıskandığını ve onlardan nefret ettiğini söyledi. Björk, Trier'in filmlerini de bu duygularla çektiğini ve daha sonra kanıtları ortadan kaldırdığını iddia etti.

6. Yine, 2003’te Dogville’in çekimleri sırasında Nicole Kidman’la sık sık gerilim yaşadılar.

Hatta bu gerilimler öyle bir raddeye vardı ki Trier, o dönemde sette öldürülen bir hayvan iddiasıyla da gündeme geldi. Kidman, henüz Dogville'in çekimleri sürerken üçlemenin merkezinde yer alan Grace karakterini diğer iki filmde canlandırmayacağını kesin olarak bildirdi.

7. Tarkovsky’e adadığı Antichrist, Cannes tarihinin kapanış jeneriği sırasında en uzun süre yuhalanan filmlerinden biri oldu.

Trier’in sinema üslubuna aşina olanlar, onun dilinin ciddi anlamda sert olduğunu bilirler. Gerek filmlerinde hakim olan kasvetli atmosfer ve durağanlık gerek içerikte bulunan şiddet ve cinsellik sahneleri büyük bir kitle için filmleri çekilmez hale getirir. Antichrist de Trier'in ağır filmlerinden sadece biri. Cannes Film Festivali'nde azımsanmayacak bir kitle tarafından yuhalanan filmin ardından Trier, filmi yaptığı dönemde depresyonda olduğunu söyledi ve film için özür diledi.

8. “Hitler’i anlıyorum ve sempati duyuyorum” çıkışı ile “Persona Non Grata” (İstenmeyen Adam) ilan edildi.

2011’de Melancholia ile katıldığı Cannes Film Festivali’ndeki bu meşhur çıkışı, festival yönetimi tarafından bir daha festivale davet edilmemesi kararıyla son buldu. Yeni filmi Nymphomaniac’ın Berlin Film Festivali’ndeki basın toplantısına, üzerinde Cannes’ın Altın Palmiye simgesi ve içinde “Persona Non Grata” yazan tişörtüyle katılması, dikkatleri tekrar üzerine çekti.

"Film dediğin ayakkabının içindeki taş gibi olmalıdır."

Evet, Trier'e göre bir film, bizi her daim rahatsız edecek ve kendini hatırlatacak bir 'şey' olmalı. Kendisi toplumsal yargılar ve genel kabul gören doğrular konularına yoğunluk veren ve eleştirel gözle bakan ne ilk yönetmen ne de son yönetmen olacak. Fakat bunu yaparken takındığı kasvetli üslup, seyirciyi kendisine hayran bırakma sürecinde önemli rol oynadı. Peki, bu kasvetli üsluba niye hayran kalıyoruz ki?

Belki de hayatın Black Mirror bölümü gibi rahatsız edici bir gerçek olduğunu fark etmemizden dolayıdır. Bu gerçeklikten kaçışın mümkün olmadığını fark etmemizle de o kasvete kollarımızı açmak zorunda kalıyoruz...

Popüler İçerikler

"Bir Evim Varsa Onun Sayesinde": Hakan Meriçliler'den Vural Çelik Tartışmasında Gülse Birsel'e Büyük Destek!
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
YORUMLAR
17.08.2018

Dünyaya baktığı pencerede gördüğü manzara ne acaba bunun.Filmlerini kolay kolay her bünyenin kaldıracağını düşünemiyorum.Çok değişik,çarpık bir hayal gücü var ve bunu filmlere yansıtmayı çok iyi başarıyor.Sevenleri ola bilir ama şahsi düşüncem bu işleri bıraksa daha iyi olacak.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ