Sevgililer Günü İçin 10 Muhteşem ve Yıllanmış Aşk Filmi Önerisi

Sevgililer gününde planınız evde film izlemekse size birkaç önerimiz var. Ne varsa eskilerde var diyerek sizin için tozlu raflardan en iyi aşk filmlerini indirdik.

1. Brief Encounter (1945)

Brief Encounter, 1945 Birleşik Krallık yapımı David Lean filmidir. İkisi de evli olan bir ev kadınıyla bir doktorun kısa süren aşk ilişkisini konu alır. Başrollerinde Celia Johnson ve Trevor Howard vardır. Senaryoyu, Noel Coward kendi 1936 tarihli tek perdelik oyunu Still Life'tan uyarlamıştır. Film müziği temel olarak Sergey Rahmaninov'un Piano Concerto No. 2 eserinin Eileen Joyce yorumundan oluşur.

Film 1946 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi paylaşan filmlerden biri oldu. 1947'de Celia Johnson En İyi Kadın Oyuncu, David Lean ise En İyi Yönetmen dalında Oscar'a aday gösterildi. Brief Encounter 1999'da British Film Institute'e ait BFI Top 100 British films (En İyi 100 Britanya filmi) listesinde ikinci sırada yer aldı. 2004'te Total Film dergisince tüm zamanların en iyi 44. Britanya filmi seçildi.

IMDb Puanı: 8,1

2. Casablanca (1942)

Filmin konusu II. Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında geçmektedir. Çek direniş örgütünün lideri Victor Lazlow, Alman toplama kampından kaçarak Casablanca'ya gelir. Amacı Lizbon'a, oradan da ABD'ye iltica etmektir.

Fakat bütün umutları, şans eseri Casablanca'nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick'e bağlanmıştır. Rick, kaçış için gerekli olan pasaportlara sahip tek kişidir.

Öte yandan Rick'in, Victor'un yakalanması ya da ölmesi için önemli bir nedeni vardır. Victor'un karısı Ilsa, Rick'in bir zamanlar kendisini terk ettiğine inandığı ve kalbinin derinliklerine gömdüğü büyük aşkıdır.

IMDb Puanı: 8,6

3. Annie Hall (1977)

Annie Hall, Woody Allen'ın en otobiyografik filmlerinden biridir. 1977 yılında çekilmiştir.

Bu film Allen'ın New York'a düşkünlüğünü, kadınlara aşkını ve onları aldatma gerekliliğini, Hollywood'dan hem coğrafik, hem de endüstriyel olarak nefretini vurgulamaktadır.

'Annie Hall', 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından 'kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli' filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.

IMDb Puanı: 8,1

4. Harold and Maude (1971)

Harold (Bud Cort) 20'li yaşlarında tam olgunlaşamamış, zengin ve ölümü saplantı haline getirmiş bunalımlı bir gençtir. Kendi yaşıtlarından hiç arkadaşı olmayan Harold bütün gününü annesiyle (Vivian Pickles) birlikte yaşadıkları San Francisco'daki büyük malikanelerinde geçirir. Babası ölmüştür ve onunla fazla ilgilenmeyen annesinin dikkatini çekebilmek için onun önünde sayısız kereler sahte intihar girişimleri sergiler. Bir keresinde kendisini büyük salonun tavanına asar, sonraki bir gün banyodaki küvette bilekleri kesilmiş gibi kan revan içinde hareketsiz yatar vb. Bu intihar gösterileri ne kadar inandırıcı bir biçimde yapılmış olsalar da soğuk ve mesafeli bir kadın olan annesinin dikkatini çekmeyi başaramaz (Küçükken atlattığı gerçek bir ölüm tehlikesi karşısında annesi paniğe kapılmıştır, aynı ilgiyi görebilmek umuduyla bunları yapmaktadır). Annesinin kendisine bulduğu kız arkadaşları (müstakbel eş adayları) da yine sahte intihar gösterileriyle evden kaçırır.

Sıkılıp da evden çıktığı zamanlarda da mezarlıklara giderek hiç tanımadığı insanların cenaze törenlerine katılır. Bu onda takıntı haline gelmiştir. Katıldığı cenaze törenlerinden birinde 80'ine merdiven dayamış ama hayattan halâ zevk alabilen bir kadın olan Maude (Ruth Gordon) ile tanışır. Maude'nin takıntısı ise cenazeye gelmiş insanların arabalarını çalarak trafikte delicesine kullanmaktır. Kendince ölümün bu kadar yakın hissedildiği bir anda dünya malının değersizliğini hatırlatmakla o insanlara bir iyilik yapmaktadır.

Cenazede tanışan bu iki eksantrik karakter kısa sürede dost olurlar. Maude'nin yalnız yaşadığı karavanına birkaç kez gittikten sonra Harold Maude'ye iyice bağlanır ve beraber takılmaya başlarlar. Arabaları birlikte çalıp kaçırır, inşaat yıkımlarını seyreder, sonra da yıkıntılar arasında piknik yaparlar. Sonunda Harold Maude'ye aşık olur.

Avusturya asıllı bir Amerikalı olan Maude her iki dünya savaşını da görmüş ve yaşamıştır. Hattâ kolundaki dövmeden bir toplama kampında da kalmış olduğu da anlaşılmaktadır. Maude kendi çapında küçük bir anarşisttir, kentin ağaçlarını söküp ormana, ait oldukları yere diker. Savaş karşıtıdır, Harold'u orduya katılmaya zorlayan amcası Victor (Charles Tyner)'a engel olur (Kore Savaşı sırasında General Douglas MacArthur'un sağ kolu olan emekli subay amca, ironik bir şekilde sağ kolunu kaybetmiştir!)

IMDb Puanı: 8,1

5. The Apartment (1960)

Garsoniyer, 1960 ABD yapımı dramatik komedi filmidir. Özgün adı The Apartment olan film 23 Şubat 1961 tarihinde Türkiye'de sinemalarda gösterime girmiştir.[1]

Filmin yapımcılığını ve yönetmenliğini Billy Wilder yapmıştır. Wilder ayrıca I.A.L. Diamond ile birlikte filmin senaryosunu da yazmıştır. Önemli rollerinde Jack Lemmon, Shirley MacLaine ve Fred MacMurray'in oynadıkları filmin siyah beyaz görüntüleri Joseph LaShelle'e aittir. Film 1961 yılında 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden 'en iyi film', 'en iyi yönetmen' ve 'en iyi senaryo' da dahil olmak üzere 5 tanesini aldı. Filme aralarında Venedik Film Festivali'nin de olduğu birçok yarışmada 17 ödül daha verildi.

Bekâr evini iş arkadaşlarına ve patronlarına garsoniyer olarak kullandırtan bir sigortacının hikâyesinin anlatıldığı filmde arka planda da büyük şirketlerin çalışanlarını nasıl sömürdükleri ve yükselme hırsının insanları nasıl ahlaksızlaştırıp yozlaştırdığı anlatılmaktadır.

'Garsoniyer', 1994 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından 'kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli' filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.

IMDb Puanı: 8,4

6. L’Atalante (1934)

Jean Daste, L'Atalante'nin kaptanı, Juliette (Dita Parlo) ile evlenir. Düğün Juliette'in taşra kasabasında olur. Filmin açılış sahnesinin -yeni evliler kiliseden Jean'in mavnasına yürürler- kesintili stili Fransız Yeni Dalga akımını akla getirir. Çift balayına geçici bir çözüm ve kargo taşıma işi için Le Havre ve Paris arasında tekne yolculuğuna başlarlar. Gemide kadın varlığına alışık olmayan mürettebatta huzursuzluk baş gösterir. İkinci kamarada, kedi sevgisini saplantı haline getirmiş Jules ile Juliete'yi konuşurken gören Jean kedileri etrafa fırlatır, tabakları kırar ve asıl çatışma konusu olan ve başına birçok iş açacak olan kıskançlığını gösterir. Paris'e vardıklarında Jean ve Juliette müzik klubüne giderler. Burada Juliette'e kur yapan bir sokak satıcısı ile Jean arasında itiş kakış yaşanır. Gemideki hayattan sıkılan ve Paris'in parıltılı ışıklarının etkisine giren Juliette gemiden kaçar. Jean çok öfkelenir ve onun dönmesini beklemeden limandan ayrılır. Fakat sonra Jean'in depresyona girdiğini gören Jules, Juliette'i aramak ve gemiye geri getirmek üzere gider.

IMDb Puanı: 7,9

7. Manhattan (1979)

New York konusunda takıntısı olan bir komedi senaristinin yaşadığı serüvenler...

IMDb Puanı: 8

8. La Belle et la Bête (1946)

Güzel ile Hayvan.[1][2] 1946 Fransa yapımı romantik fantezi filmidir. Özgün adı La Belle et La Bête olan film Anglosakson ülkelerinde Beauty and the Beast olarak adlandırılır. Türkiye'de zaman zaman Güzel ve Çirkinadı ile gösterime sunulduğu da olmuştur. Fransız romancı Jeanne-Marie Le Prince de Beaumont'un 1756'da yazmış olduğu çok bilinen ünlü masalından yola çıkarak Jean Cocteau'nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği filmin başrollerinde Jean Marais ve Josette Day oynamışlardır. Cocteau'nün gedikli oyuncusu Marais bu filmde üç rolü birden oynuyor.

Bu film yönetmenin 1930'da yönettiği Bir Şairin Kanı'ndan (Le Sang d'un Poète) sonraki ikinci sinema filmidir. Filmin büyüleyici siyah beyaz görüntülerini Henri Alekan çekmiş, müziğini ise Georges Auric yapmıştır. Sinema eleştirmeni Roger Ebert'e göre Le Sang d'un Poète bir şair tarafından çekilmiş bir sanat filmiydi, oysa 'La Belle et La Bête' bir sanatçı tarafından yapılmış şiirsel bir filmdir.[3]

Şair yönetmen Cocteau'nün en iyi filmlerinden biri, belki de başyapıtı olan bu film sinemadaki diğer 'Güzel ile Hayvan' uyarlamaları arasında uyarlandığı esere en sadık olanıdır.[4] Oyuncuların olağanüstü performanslarının yanı sıra metaforlar ve Freudyen imgelerle dolu filmin şiirsel anlatım tarzı, makyaj, kostüm ve özel efektlerin mükemmelliği ve inandırıcılığı filmi unutulmaz yapan etmenler arasındadır.

İlk gösterimi Eylül 1946'da Cannes Film Festivali'nde yapılan film aynı yıl yine Fransa'da Louis Delluc ödülünü almıştı.

IMDb Puanı: 6,5

9. The African Queen (1951)

İngiliz Protestan misyonerler Rose Sayer (Katharine Hepburn) ve erkek kardeşi Samuel Sayer (Robert Morley) 1914'te Almanların egemenliğindeki Doğu Afrika'da bir yerli köyünde görev yapmaktadırlar. Kanadalı kaptan Charlie Allnut (Humphrey Bogart) ise külüstür çatanasıyla nehir boyunca posta ve malzeme taşımaktadır. Evde kalmış bir kız kurusu olan Rose Sayer ne kadar otoriter ve kuralcı ise, alkolik kaptan Charlie Allnut da bir o kadar derbeder ve kural tanımaz bir insandır. Misyoner kardeşler her seferinde bu pasaklı ve berduş kaptanın kaba saba davranışlarına katlanmak zorunda kalırlar.

Sonunda İngiltere ve Almanya arasında beklenen savaş patlak verince Charlie misyonerleri uyarır ve köyü terk etmelerini önerir. Tehlikeyi küçümseyen Samuel ve Rose önce bunu reddederler. Ancak Alman askerleri köyü yakıp köylüleri sürmeye başlayınca durumun ciddiyetini anlarlar. Samuel maruz kaldığı şiddet sonucunda aklını yitirir ve ölür. Rose ise Charlie'nin teknesine biner ve birlikte oradan uzaklaşırlar. Amaçları 'Bora' adı da verilen 'Ulanga Nehri' boyunca ilerleyerek büyük göle varmaktır. Gölün karşı kıyısındaki Kenya'ya da ulaşabilirlerse özgürlüklerine de kavuşmuş olacaklardır. Ancak 10 metre boyunda ve 30 yaşındaki bu külüstür buharlı tekneyle çıktıkları yolculukta onları sayısız tehlikeler beklemektedir. Nehir boyunca karşılarına çıkan akıntılar, çavlanlar, fırtına ve yağmurlar, parazitler ve vahşi hayvanların yanı sıra Almanlara ait bir kontrol noktasında silahlı tacize uğrarlar, motor şaftları ve pervaneleri kırılır ve sonunda nehrin göle açılan sazlıklarla kaplı deltasının karmaşık labirentlerinde sıkışır kalırlar. Tam umutlarını kaybetmişken aniden başlayan sağnak yağış tekneyi saplandığı çamurdan kurtararak göle atar. Ancak sevinçleri pek uzun sürmez, çünkü gölde devriye gezen Alman torpido botu 'Luisa' ile burun buruna gelmişlerdir. Derhal geriye dönerek sazlıkların arasına saklanırlar.

Bu yolculuk iki zıt karakterli insanı değiştirmiş ve birbirlerine yaklaştırmıştır. Charlie alkolü bile bırakmıştır. Rose'un önerisiyle teknede bulunan ve bir maden ocağına ait olan oksijen tüpleri ve dinamit lokumlarını kullanarak gayet ilkel iki torpido yaparlar ve 'Afrika Kraliçesi'nin burnuna yerleştirirler. Amaçları özgürlükleriyle aralarındaki tek engel olan Alman teknesi 'Luisa' ya çarparak onu batırmaktır. Ancak gölde aniden patlayan bir fırtına 'Afrika Kraliçesi'ni batırır. Charlie ve Rose Almanlara esir düşerler ve casusluk suçlamasıyla alelacele yargılanıp idama mahkûm edilirler. Tam 'Luisa'nın güvertesinde asılacaklarken Charlie Alman kaptandan kendilerini evlendirmesini ister. Kaptan tam da idam mahkumlarının bu tuhaf son isteklerini yerine getirmişken beklenmedik bir şey olur. Alman torpido botu 'Luisa', gölün dibine gitmeyip sadece ters yüz olmuş şekilde su yüzeyinin altında kalmış olan torpido yüklü 'Afrika Kraliçesi' ne çarpar ve meydana gelen büyük patlamanın sonucunda parçalanarak batar. Charlie ve Rose göle düşerek kurtulurlar.

IMDb Puanı: 8

10. Gone with the Wind (1939)

İrlandalı Scarlett O'Hara (Vivien Leigh) Tara isimli çiftlikte yaşamaktadır. 12 Meşeler Çiftliği'nin varisi Ashley Wilkes'e (Leslie Howard) aşık olduğunu düşünmektedir. Ashley'nin, kuzeni Melanie (Olivia de Havilland) ile evlenme kararı aldığını öğrenir.

Scarlett, Ashley'nin evinde Rhett Butler (Clark Gable) ile tanışır. Ashley ve Melanie'nin evlenmesine engel olamayan Scarlett, çevresindeki erkeklerden biriyle acele bir evlilik yapar. Bu sırada Kuzey-Güney Savaşı patlak vermiştir. Melanie ve Scarlett'in kocası savaşa gider. Scarlett'in kocası savaşta ölür.Savaş, Güney'in şartlarını çok ağırlaştırır. Scarlett annesini kaybeder. Babası ise aklını yitirmiştir. Melanie ve Scarlett, Tara'da birlikte yaşamaya başlarlar. Ashley'den haber alınamamaktadır. Savaş biter ve Ashley geri döner. Tara'nın vergilerini ödeyemeyen Scarlett, kızkardeşinin nişanlısı ile evlenir ve çiftliği kurtarır. Scarlett'in yeni özgür olmuş fakir zenciler tarafından saldırıya uğraması üzerine Rhett, Ashley ve Scarlett'in kocası intikam almaya giderler. Scarlett'in ikinci kocası da çatışma sırasında ölür.Savaş, Güney'in şartlarını çok

Scarlett'in Ashley'e olan takıntısı devam etmektedir. Ancak, Rhett Buttler ile üçüncü evliliğini yapar. Bir kızları olur. Rhett, Ashley'i kıskanmaktadır. Bir gün kızını alır ve Londra'ya gider. Ancak kızın annesini özlemesi nedeniyle üç ay sonra geri dönerler. Bu arada Scarlett ikinci çocuğuna hamiledir. Dönüşte yaşanan tartışma sonucu Scarlett bebeğini kaybeder. Bebeğin ardından kızlarının da ölümü ilişkilerini iyice sarsar.

Melanie ölümcül şekilde hastalanır. Scarlett'ten Ashley ve oğluna bakmasını ister. Bu arada Scarlett Rhett'e âşık olduğunu fark etmiştir. Melanie'nin evinde Scarlett'in Ashley ile ilgilenmesi Rhett'in Scarlett'i terk etmesine neden olur.

Bu trajik aşk dörtgeninin fonunda, Kuzey-Güney Savaşı ve Güney'in yeniden yapılandırılması, Atlanta'nın yanışı, yaralı Güney eyaletleri federasyonu üyeleri ile dolu tarlalar da kullanılmıştır. Titizlikle hazırlanmış sahneler, gün batımı görüntüleri, dramatik ve romantik müzik, trajik savaşı somut hale getirmek için kullanılan güney halk şarkıları, nükteli diyaloglarla Rüzgâr Gibi Geçti, sinema tarihindeki büyük epik dramlardan biri olarak kabul edilir.

IMDb Puanı: 8,2

Popüler İçerikler

Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
Fenerbahçe Taraftarının Ortak Noktada Buluştuğu Tek Çözüm: Ali Koç ve Yönetimin Değişmesi
Cübbeli Ahmet Çakarlı Araçla Geldiği Etkinlikte Şeriatı Savundu: Skandal Sözlere Tepki Yağdı!