Ekonomik çalkantı genelde soyut rakamlarla konuşulur: enflasyon, alım gücü, faiz, büyüme, daralma… Reel büyüme-küçülme “maksi-mini” ekonomik düzensizlikler…
Oysa günlük yaşamda ekonomi çok daha duygusal bir şeydir. Bir babanın ay sonu hesaplarını sessizce deftere işlemesi, bir gencin gelecek hayalini “şimdilik askıya alması”
Ekonomik krizler insanın iç ritmini bozar. Kimyasını bozar. Yaşama arzusunu köreltir.
Çünkü insan, ancak geleceğe inanıyorsa bugününü rahat yaşayabilir.
Son yıllarda Türkiye’de sokaklar bile bunu düşünüp taşınmış gibi:
Esnafın yüzü asık, öğrencinin gözü yorgun, yaşlıların konuşması kısa.
Kimse derdini derinlemesine anlatamıyor çünkü herkes aynı yükün bir başka türünü taşıyor.
Ekonominin sesi kısıldıkça, aslında toplum sessizleşir. Sessizlik bozulmanın değil, kaygının, toplumsal vurgun yemenin işaretidir.
Sosyal Dokunun Sökülen İplikleri de hileliymiş! İnsan İnsanla Ne Zaman Bu Kadar Arasına Mesafe Koydu?
Bu topraklarda insan ilişkileri her zaman güçlüydü. Bir kahvede tanımadığın biriyle bile üç dakika içinde akraba sayılırdın. Bir çay, bir sohbet, bir tebessüm… İnsan insana iyi gelirdi. Kahvenin hatırı kırkyıldan kırk saniyeye indi.
Son yıllarda, görünmez bir duvar örüldü; Kapılar kapandı, balkondaki çamaşır ipleri bile komşuluk kadar sessizleşti. Mahalleler hâlâ ayakta ama ruhları gölgelenmiş durumda.
Kutuplaşma yalnızca siyasal bir kavram değil; duygusal bir kopuş haline geldi.
Artık “O başka türlü düşünüyor” demiyoruz; “O bizden değil” diyoruz.
Bu küçük cümle, toplumsal dokuyu incelten, saygıyı eksilten, güveni eriten bir cümle.
Sosyal medyanın parlak ekranlarında herkes çok yakın gözüküyor. Ama gerçekte hiç kimse kimsenin sesini duymuyor. Herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor.
Belki de en büyük çürüme burada başlıyor;
Birbirimizin iç dünyasına dokunamaz olduk.
Sanatın solgun yüzüne bakamaz olduk! Aynalar Tozlanınca Ruh Kendini Göremez hale geldi, tozla tuz buz olduk!
Sanat toplumun nabzıdır. Nabız yavaşladığında ilk sanat susar.
İşte bu çağda sinema, edebiyat, müzik, resim birer gölge gibi geziyor etrafımızda.
Aynı filmler, aynı hikâyeler, aynı yüzler… Dizileri izleyip dizimizi dövüyoruz.
Bir zamanlar sinemada insanın ruhunu yakan bir isyan vardı: şimdi “is” kaldı” perde “yan”a kaydı!
Bugün çoğu hikâye, güvenli limanlarda dolaşan gemiler gibi: Risk almayan, yenilik aramayan, sadece “seyirci bunu seviyor” diye girilen yollar. Ah o meşhur söz “toplum bunu istiyor!”
Artık şarkılar kalpten çok algoritmadan doğuyor. Notalardan daha çok algoritma belirliyor akışı! Bir süredir müzik sektöründe gelecek kaygısının sesi, melodilerin önüne geçti.
“Dinlensin yeter” duygusu, “ömrü olsun” isteğinin yerini aldı.
Kitaplar, düşünceler değil; paylaşımlık cümleler üretmeye başladı. Okur artık hızlı tüketime alıştı. Hızın olduğu yerde derinlik büyümez. Sanattaki çürüme aslında sanatçının değil, toplumun ruh yorgunluğudur. Çünkü sanat, toplumun aynasıysa; aynaya bakıp göremediğimiz şey kendimizi kaybediyor oluşumuzdur.