Sesil Aktürk Yazio: Beethoven

'Bütün mesele, büyük görünmek değil, gerçekten büyük olmak.'

Ludwig van Beethoven

Ufku geliştirip, daha iyi bir hayat arayışı peşinde geçiyor günler.

Bu uğurda vazgeçilenler, çekilen her türlü acı, hayalin bir yansıması olarak kabul ediliyor. Tam da orada elimi uzattığım yerde; hayaller fısıltılara, fısıltılar ise yollara dönüşüyor.

Aynı Paris gibi, güzelliğinden ötürü gözü kamaşmış olan ben, yıldız tozlarına karışıp hayallerimi takip ederken; zaman zaman gözlerimden çıkıp giden olasılıklar aklımı kâbus kuramcısına dönüştürüyor. Böyle zamanlarda bir tek müzik yeniden başlamak için buz kesmiş kalbime ilham veriyor.

Bir bestekârın kanatlarında, acılarımı hafife alıp beni en korkutan seçeneği düşünebilmek, peşinden giderken gerçekte inandığım değerlerin merkezinden yaşamın beni yenilemesi için kendimi notalara bırakmak enfes bir his.

Kazananın süperstara dönüşüp, tüm haklılıkları istediği gibi eğip bükebilme şerefine nail olduğu, insanı ve onun mutluluğunu hor gören sistemin içinde gözyaşlarım toprağa düşerken; kalbimi tutan müzikler şefkatiyle iyileştirip “umudu” tekrar kutuya koyuyor.

Kendi zamanının bütün ilgisini üzerine çeken; aynı benim gibi, talih ve talihsizliğin, öngörülemez tesadüflerine hayallerini asmış bu bestekârlardan Beethoven ve onun eserleri hayatımda önemli bir yer tutuyor.

Müziğinin eşliğinde küllerimden yeniden doğduğum Beethoven…

Tarihin sayfalarına hastalık hastası, narsist, kaba bir insan olarak geçen, yaşam stili ve uyumsuzluğu sebebi ile eleştirilerin hedefine oturan bu kişi, nasıl olur da müziği ile hassas ve zarif bir ruhun en ince ayrıntısına kadar portresini çizebilir?

Onun doğduğu yıl, 1770, dünya tarihine kanlı bir olayla giriş yapmıştı. 5 Mart’ ta İngiliz askerleri Boston’daki kolonicilere ateş açması sonucu “Boston Katliamı” yaşanmış; Kutsal Roma İmparatoru I. Franz ve Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’ nın biricik kızı Marie Antoinette, 14 yaşında -yakın bir zamanda tüm dünyayı etkisi altına alacak olan “Fransız Devrimi”nin hazırlayacağı sondan habersiz - Fransa veliahttı XVI Louis ile mayıs ayında evlenmişti. Ruslar Çeşme Limanı’na baskın yaptı ve Osmanlı Donanması yakıldı. Dünya sistemi tükenirken, yeni yaşam arayışları güçlenmekteydi. Ludwig van Beethoven 16 Aralık 1770 yılında tüm da bu karmaşanın içine doğdu.

Müzisyen bir ailede dünyaya gelmişti. Beethoven’ın kendisiyle aynı ismi taşıyan dedesi bir sarayda baş korist idi ve bir süre sonra sarayın “Kapellmaisteri” ( orkestra şefi ) olarak atandı. Babası ise sarayda tenor olarak çalışıyor ve ayrıca keman ve klavye dersleri veriyordu. 1767’de “Maria Magdalena Keverich” ile evlendi.

Bu evlilikten yedi çocuk dünyaya geldi fakat yalnızca “Kaspar Anton”, “Nikolaus Johann” ve “Ludwig van Beethoven” hayatta kaldı.

Babası Ludwig’in müzik yeteneğini keşfettiğinde, henüz 4 yaşındaydı. Hiç değilse bu açıdan şanslıydı, yeteneği erken keşfedilmişti. Günümüzün kültürel-teknolojik araçlarına rağmen yetenekleri keşfetmekte, onları geliştirmek ve yönlendirmekte oldukça yetersiziz.

Babası ilk müzik öğretmeni olmuştu ve ondan bir Mozart çıkartmayı hayal ediyordu. Zalim biriydi ve keşfinin sağlayacağı konforu düşündükçe daha zalim, daha sabırsız, daha mükemmeliyetçi biri olup çıkmıştı; diğer yandan onun sahip olduğu ve kendinde olmayan yeteneğini kıskanıyordu, ayrıca aynı babası ve annesi gibi o da alkolikti.

Hayattaki en güzel, en keyifli şey çocuk olmak ve oyunlar oynamakken Beethoven, bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi.

Tüm zamanı müzik eğitimleri ile geçiyordu.

Bir süre sonra, babasından kalan zamanı Gilles van den Eeden ve Tobias Friedrich Pfeiffer’ in klavye; Franz Rovantini’ ın keman ve viyola dersleri doldurmaya başladı. Dersler çok sıkı disiplin altında veriliyordu, tüm bu çalışmalar içinde Beethoven’ın kendi hoşuna giden bir tarzda çalmasına izin vermiyor, bunu bir hata sayıyorlardı.

Pfeiffer’de babası gibi baskıcı, sert ve zor beğenen biriydi. Bazı geceler yatağından kaldırarak zorla müzik dersleri verirdi. Babasının uyguladığı aşırı baskı, fiziksel şiddet, bitmek bilmeyen müzik dersleri ve bütün bunların doğal sonucu olarak ortaya çıkan sağlık sorunları ile aynı anda mücadele ediyordu.

1778 yılında Beethoven yedi yaşındayken ilk halka açık konserini verdi.  Beethoven’ın bu konserdeki başarısının babasını hayal kırıklığına uğrattığı, ondan bir Mozart yaratma hayallerinin suya düştüğü söylenir.

Ertesi yıl ise Christian Cottlob Neefe’den bestecilik dersleri almaya başladı. 1783 yılında ilk bestesi “WoO 63 Klavye varyasyonları”nı Neefe’nin yardımı ile yayımladı ve ardından onun asistanı olarak çalışmaya başladı. İlk gelirini de bu asistanlıktan işinden kazanır.

Yeteneği ile onu dinleyenleri etkilemekteydi. Başpiskopos Maximillian Friedrich’ de 1783 yılında yayımlanan ilk 3 piyano sonatını (Kürfürst) dinlemiş ve ona destek olmaya karar vermişti. Bu dönemde baş gösteren aydınlanma çağı, kendini alegoriler ve semboller arkasına gizlenmiş ahlak okulu olarak tanımlayan Masonluğun “Operatif Masonluktan” “Spekülatif Masonluğa” geçiş süreci ve elbette Amerikan Devrimi, Beethoven’ı derinden etkilediği, çevresindeki diğer birçok kişinin “Order of The Illuminati” üyesi olduğu söyleniyor.

Herkes, ten renginin koyuluğu sebebi ile “İspanyol” lakabını alan bu büyük kafalı, kanca burunlu, gür ve her daim dağınık saçlı “dahi çocuktan” bahsediyordu.

Ama yetenek ve değerlilik farklı şeylerdi ve bazen çelişkili durumlarda, acılar içinde kıvrandırabilirdi. Onun ne kadar kırılgan, narin biri olduğunu çok az kişi biliyordu. Bu kişilerden biri de Bayan Helen von Breuning’ di.  Ludwig’in ailenin en küçük üyesi ve ilk aşkı Eleonore’a piyano dersleri verdiği sırada karşılaştığı bu kadın, onun yeteneklerinin ötesindeki, hassas ruhunun, insanlar içindeki yalnızlığının farkındaydı.

1787 yılında Mozart’la çalışmak umuduyla Viyana’ ya gittiğinde Mozart “Bu çocuğa dikkat edin, onun önünde bütün dünya ayağa kalkacak” demiştir.

Ancak annesinin hastalanması sebebi ile iki hafta sonra geri döner ve aynı yıl içinde annesini yitirince, küçük kardeşlerinin sorumluluğunu almak zorunda kaldı.

Hayallerinin peşine düşmek yerine beş yıl boyunca “Bonn” da kaldı. Hiç hesapta olmayan bu kararla Beethoven çocukluğunun zor zamanlarına döndürülünce, düşleri canavarlar tarafından ele geçirilmişçesine, içine kapanıp melankolik bir ruha büründü.

Genç yaşında ikinci kez devrime şahitlik ediyordu.  Avusturyalı ünlü orkestra şefi Nicolaus Harnancourt ‘un “” Bu müzik değil; siyasi bir ajitasyon, bize “Sahip olduğunuz dünya iyi değil”. ”Değiştirin” diyor.” ' dediği “Beşinci Senfoni”deki tüm ana temaların dayandığı Fransız Devrimi patlak vermişti.

Devrimi yakından izleyen Beethoven, özgürlük, eşitlik, dayanışma, insan sevgisi gibi devriminin ilkelerinden hayli ekilenmiş bu idealleri sanatının merkezine koymuştu ve Napolyon Bonaparte’ ın insan hakları savunucusu olduğuna inanıyordu. Bu 1802 yılına kadar böyle devam etti.

Bir süre sonra, Almanya’nın soylu ailelerinden Count Ferdinand von Waldstein ile tanıştı. Ondan maddi destek gördü. Daha sonra Beethoven onun şerefine bir sonat yazacaktı.

Babasının alkolizm batağından kurtuluşu olmadığına kanaat getirince yasal yollara başvurarak onun emekli maaşının yarısını kendine ödenmesini sağladı, bu sayede ailesine destek olabilecekti. Ayrıca saray orkestralarında viyola çalarak ailesine maddi katkı sağlamaya devam etti. Bu sayede Mozart’ın operaları ile tanıştı ve ünlü flüt virtüözü Anton Reicha ile arkadaşlık kurdu.

1792 yılında Viyana’ ya Haydn’ın yanında çalışmaya gittiğinde 21 yaşındaydı, başlarda besteci olarak değil piyanist olarak adını duyurdu. O da hemen her müzisyenin geçirdiği çıraklık döneminde yaptığı gibi, ilk eserlerinde ustalardan izler taşıdı; Mozart ve Hyden’ ı örnek aldı. Daha sonraları bu dönem çalışmalarını küçümsemiş ve besteleme sanatını çok sonradan öğrendiğini söylemiştir. Yaptığı bestelerle “Klasik Dönem” den “Romantik Dönem” e köprü olmasına ve XIX yy sonuna kadar yaşayan tüm müzisyenleri etkilemesine rağmen, başlarda besteci olarak değil piyanist olarak adını duyurur.

“Quasi una Fantasia” (Neredeyse bir fantezi)

Beethoven’a göre “eğer cesaretin varsa, yaşamın kudreti bütün acıları dindirecek kadar güçlüdür”. Onun eserlerinde acının en keskin halini ama aynı zamanda cesaretle korkulardan arınmayı ve özgürlüğü hissediyorum ben. Sanki cennete gitmek için önce cehennemden geçmenin gerekliliğini vurguluyor gibi. 31 yaşında bestelemeyi bitirdiği ve sonradan Kontes Giulietta Guicciardi’ye ithaf ettiği “Quasi una Fantasia” tam olarak böyle bir eser benim için.

Üç bölümden oluşuyor; ilk ve en çok beğenilen bölümü Adagio Sostenuto’ da zaman durmuş gibidir. En karanlık, yaşayan kişi dışına kimsenin bilmediği acılara dokunur ve onun dramına şahitlik eder. Hatta Beethoven’ın ölümünden beş yıl sonra, 1832’de şair Lugwig Rellstab müziği dinledikten sonra “Gölde parlayan bir ay ışığı gibi” olarak nitelemesi herkes tarafından kabul görüp bir süre sonra  “Quasi una Fantasia”, “Moonlight Sonata” (Ay Işığı Sonatı) adını almıştır.

Allegretto bölümünde, Adagio Sostenuto’ daki gerçeğin elini bırakmadan, oğlu için kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak kanatları yapan “Daedalus” gibidir. İyileştiren bir başlangıcın basamaklarından çıkmayı öğrenmek, tazelenmek için cesaret ve öğüt verir.

Yaşamın hazzı, korkusuzluk, karmaşanın ve karanlığın ötesine geçmek için gereken ilham daha coşkulu olan “Presto Agitato” da işlenir. Hırçın ve tutkuludur,  sınırları kabul etmez, özgür olmak ister. Hesapsız, plansız kaybetme korkusu olmayan İkarus gibi, deniz rüzgârlarına katılıp güneşe uçarken, bedelini önemsemeden yaşamın tadını çıkartır.

“Cesaret! Bedenin tüm azizliğine rağmen ruhum egemen olacak”

Tüm yaşamı boyunca sağlık sorunları ile savaşan Beethoven’ ın işitme problemleri ilk 26 yaşında şöhret hayalleri kurduğu dönemde başlar. Bu çınlamaları ilk başlarda çok önemsemez ama bir süre sonra geçici olmadığını anladığında doktorların yardımına başvurur ve dönemin bütün tedavi yöntemlerini uygular. Doktorların tavsiyesine uyarak kırsala taşınır ve konu hakkındaki çalışmaları umutla takip eder. Bu yorucu süreçteki duygularını kardeşlerine yazdığı mektubunda söyle dile getirir;

… Düşünün ki altı yıldan beri çaresiz bir hastalığa tutulmuş bulunuyorum. Hastalığım hekimlerin bilgisizliğinden büsbütün ağırlaştı. Yıllar geçtikçe umutlarım birer birer suya düşüyor. Bir ihtiyacın baskısı olmadıkça, çekildiğim kuytu köşeden dışarı çıkmayacağım. Tesadüfen kalabalık arasına düşecek olsam sağırlığımın sırlarını açığa vuracağım korkusuyla ecel terleri döküyorum..

Tecritte insanın ruhu boşluğa akmaz mı? Bir başkasına bulaşamayan sevinçlerin, hayallerin gölgesindeki özel hayatının çaresizliklerine, giderek artan sağırlığını, bu sebeple evlenmemeyi ve hala gizemini koruyan “Ölümsüz Aşkı” da eklemişti. Yıllarca âşık olduğu kadına mektuplar yazan Beethoven, onun ismini hiçbir yerde kullanmadı.

Mektuplarından birinde söyle diyordu;

Oh, tanrım, birini bu kadar çok seven insan neden sevdiğinden ayrı kalmalıdır ki? Ve şimdi benim yaşamın çok değersiz, aşkın beni insanların en mutlusu ve en mutsuzu yapıyor; bu yaşta sakin ve düzenli bir hayata ihtiyacım var, ilişkimiz de böyle olabilir mi…

Kolay biri değildi ama çevresindeki ağustos böceği korosu arasında öfkeli, bencil, narsist, ilişkilerinde hüsrana uğramış, asık suratlı, dağınık, cimri, hastalık hastası, aynı dedesi, babaannesi ve babası gibi alkolik olması ile ünlüydü. Pek çok sağlık sorunu vardı ve birçok yan etkisi olabilen tedavilere katlanmak zorundaydı.

Şöyle diyordu ““Ne çare ki bu güç işte gene sakatlığımdan ileri gelen engellerle karşılaştım. Öyleyken yine de kimseye “Daha yüksek sesle konuşun ben sağırım” diyemedim. Herkesten çok bende kusursuz olması gereken bir duyudan yoksun olduğumu nasıl söyleyebilirim… Ben ki vaktiyle pek az sanatkâra nasip olan, ince, derin, üstün bir işitme duyum olması ile övünürdüm. Hayır Hayır… Yapamazdım bunu! Onun için bir köşeye çekildim bağışlayın beni. Bende isterdim aranıza katılıp zevkle yaşamayı…””

Bir insan çevresindekilerle etkileşimden yoksun bırakıldığında, düş ve gerçek arasındaki farkı ne kadar duyumsayabilir? Öteki gittiğinde geriye ne kalır...

“Asıl müzik, gerçeğin kendisidir..”

Beethoven 1824 yılında Viyana Saray Tiyatrosu’nda 9. Senfonisini seslendireceği akşam çok heyecanlıydı. O dönemin geleneği olarak senfoni üzerinde çok çalışılmamıştı ve orkestra şefi yerinde artık tamamen sağır Beethoven duruyordu. Ayrıca ağustos böceği korosu da yerini almıştı ve herkes neyle karşılaşacağını merakla bekliyordu.

Bu eser için iki yıl emek sarf etmişti ve simdi bir kez daha denizin rüzgârına karışıp güneşe kanat çırpmaya hazırlanıyordu ama bu sefer senaryonun sonunu değiştirecekti. Üç yüz kişilik koroyu konzertmeister yerinden arkadaşı Umlauff yönetecekti.

Müzik tarihçilerinin aktardığına göre, “konseri izleyenler için tarifi mümkün olmayan bir andı. Güzel olduğu kadar kalp kırıcı manzara karşısında izleyenler gözyaşlarına hâkim olamadılar, çünkü hiçbir şey işitmeden orkestra şefi yerinde ayakta duran Beethoven, eser bittiğinde bir hayranı tarafından kollarından tutup salona çevrildiği ana kadar alkışları duymayıp, senfoniyi yönetmeye devam etmişti. Halkın çılgınca heyecanı karşısında olan biteni anlamış, sevindiği kadar acı duymuştu”.

Kral Friedrich Wilhelm’e ithaf edilen senfoni için Richard Wagner şöyle diyor “Bu şaşılacak insan, bütün acılarını, hasretini, bütün neşesini şimdiye kadar eşi görülmemiş bir sanat eseri halinde bu senfoniye koymuş”

Evet, Beethoven uzun zamandır duymuyordu ama bu onun müzikal yaratıcılığını azaltmamıştı.

Yetenekleri ve yaşam stili ile sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi görünse de o insanın sınırlarını aşma çabasındayken müziği ile hep yanı başımızda duruyor. Bazen cesaret verip sınırların ötesindeki maceralara hazırlıyor bazen de insanın trajedisine ortaklık ediyor.

Popüler İçerikler

Tarih Verildi: 500 TL'lik Banknotlar Yolda
Montella Görevini Bırakırsa A Milli Takım'ın Başına Kim Geçmeli?
Domuz Eti Skandalıyla Gündeme Gelmişti: Köfteci Yusuf Yeni Bir Sektöre Giriş Yapıyor!
YORUMLAR
23.07.2022

çok güzel elinize sağlık

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ