Sevgi, neşe, barış, bireysel gelişimden bahseden ve herkese iyi davranmakla övünen pek çok insan; birbirine şiddet uygulayarak kin, öfke ve açgözlülüklerini açığa vururken, gerçekten aşk her yerde midir?
Tarih boyunca filozoflar aşka çeşitli yorumlar getirmiş. Örneğin Platon’a göre aşk “mutlak adanmışlık” duygusu. Ama bu adanmışlık ne iyilik ne de özveri, yalnızca kendini karşılıksız bırakmak. Ona göre tinsele dönüşen ve karşılığı sorgulanamayan aşkın dışında mutlak adanmışlık yoktur.
Freud’a göre cinsel içgüdünün türevi; saf cinsellikte bulunmayan sevgi ve şefkat boyutu var.
Aristoteles ise dostluk üzerinden tanımlıyor ve asıl anlamdaki bir dostluğun aşırı seviyede olmasına aşk diyor.
Spinoza “ havaya atılan bir taş düşünebilseydi, kendi isteği ile yere düştüğünü sanırdı” diyor. O halde aşk aslında bir mecburiyet mi?
Bana göre ise ‘stirke’ yani bir nevi aklımda sonlu olan cümlelerin, sonsuz olan cümlelerle yeniden biçimlenmesi. Michelangelo’nun Sistine Şapeli’ndeki eşsiz freskinde olduğu gibi sinapslarımın orjin tarafından re-charge edilmesiyle farklı bir hız ve alanda, bağımlılıklarımdan, sınırlayan duygu ve düşüncelerimden uzakta hayatın nefesini iliklerimde hissedebilmek… Evettt…Parlaklığını kaybetmiş yıkık dökük hantal duygular yerine; gün doğumunu kuşların cıvıltıları ve çiçeklerin baş döndüren kokusu eşliğinde karşılamak. Bu sebeple yaralarım bile aşktandır.
Sınırlarının “mükemmelliği” ile kabarıp duran fani bir nefesle hayata dokunmak zorunda kalmak, ötesini keşfedememek; gökyüzünün mavisini, ayı, güneşi, yıldızları, yağmuru, unutmak, kuşları, ağaçları… Solan bir fotoğraf gibi varlığın da hayal meyal bir tasara dönüşmesi korkunç bir şey olmalı…