Serda Kranda Yazio: Kimin Kim Olduğunu Kimse Bilemez

Aslında ne düşündüğümüzü kimsenin bilmemesi şahane bir şey. Peki ya tersi? Tersi insanın en büyük muamması. Bir yerde okumuş olmalıyım ya da duydum, ayırt edemiyorum. Çocuğun annesinden bağımsız bir varlık olduğunu anladığı an başlıyormuş iki insan arasındaki derin yarık(1). Annem ne düşündüğümü bilemiyor, annem ne hissettiğimi bilemiyor, annem neremin ağrıdığını bilemiyor. Biraz heyecanlı evet ama bir yandan da büyük bir güven kaçağı var: Ben de onun ne düşündüğünü bilemiyorum!

Kimse birbirinin ne düşündüğünü bilmiyorsa; bana söylediklerinin, hissettirdiklerinin doğru olup olmadığını nereden bileceğim?

[1] İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu, Mahler, Metis Kitap

Açılın Kraliçe Geliyor: Şüphe

Tanrının kalbimize üflediği ilk şey sevgiyse ikincisi şüphe bence. Oğuz Atay diyor ya Tehlikeli Oyunlar’da, “Kelimeler… Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” Gelmiyor, evet. Bilemiyorsun. Söyleniyorlar; öyle kendi bağlamı içinde diziliyor kelimeler ama anlam? Her cümle yazıldığı gibi mi okunuyor? Duyduğumuz her söz gerçek mi sahi?

Bana kalırsa insanlığın bugüne dek keşfettiği tüm yazılı ve yazılı olmayan kurallar, şu şüphe açığını kapamak üzere kurgulanmış: Hayata ve insanlara dair şüphe. Bilinememezlik. Dürüstlük neden önemli olsun yoksa, cesaret… Adalet peki? Dostluk neden bir başka?

Kardeşlik, aile… Güvenli alanlarımız. Söylediğine gerçekten inandığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiler çok başka; şüpheyle hep ayık kalan savunma mekanizmalarımızın yönetimi altında sürdürdüğümüz ilişkilerimiz ise bambaşka.

Bilemiyorsun, hislerin var, eğilimlerin var, argümanların var, yorumlama mekanizman var ama onu bilemiyorsun… Senin de içinde başka bir âlem var, başka bir mantık dizgesi. O da seni bilemiyor. Ne çetin mücadele!

Kendi kendine türettiğin düşünceler, nedenler sonuçlar, çıkarımlar, tezler, antitezler yumağının müsebbibi şüphenin karşısında, işleri yoluna koyacak bir şeyler daha iliştirmiş Tanrı içimize; iyiliğe inanmak, hayra yormak, bir açık kapı bırakmak gibi. Bir de “hadi bakalım hayırlısı” var. Böyle istim üstünde sürdürmek bir ilişkiyi.

Ben seni bilmiyorum sen de beni.

Aramızda bazılarımız var gerçekten dürüst. Onlar sayesinde biz de dürüstlüğe, mertliğe, açık sözlülüğe, acıtsa da gerçekleri duymanın önemine inanıyoruz. Ve yine bazılarımız var; o kadar basit o kadar gündelik, o kadar tırt diyaloglarda, gündemlerde bile acayipleşiyorlar ki… Otomatik zan üreticileri. Seni nasıl anladıklarını katiyen bilemediğin gibi, onların ne düşündüğünden de hiç emin olamıyorsun.

Bir söylüyorsun beş anlıyor. O, bir söylüyor, sen mecburen beş anlıyorsun sekizi boşa çıkıyor. Asla ama asla, aslında ne demek istediğini çıkaramıyorsun. Yan okumalar başlıyor. Metinlerarasılık. Üstkurmaca. Hiper

mesaj.

Bu öyle bir şey ki… İnsanın yeni psişik yetenekler edinmesi lazım. Duru görü, duru biliş. Telepati. Başka türlü mümkünatı yok. Hep boşa düşüyorsun.

Hele Bir de Seviyorsan

Pembe gözlük sihirli bir şey. Sanki her şeyi pembe gösterecek sanılıyor ama değil. Bazı şeyleri hiç göstermiyor. “Hep sonradan geliyor aklın başına,” pembe gözlükler çıktığında, ancak. Bir aydınlanma yaşıyorsun. Kendini biraz ahmak hissediyor sonra yeniden toparlıyorsun, öz

şefkat falan…

Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı’nda öyle güzel söylüyor ki çözümü: “Şu ölümlü dünyada tanımadığımız bir limandan kalkmış, bilmediğimiz bir başka limana seyreden bir gemide yaşıyoruz. Aynı yolun yolcuları olarak birbirimizi hoş tutmalıyız.” Gerçi burası da işleri karıştırıyor. Bir tarafta kendini erdemlere açmış, onları kuşanmış, sakin sakin yürüyenler var. Akışta olanlar. Kendi güzel insanlığını gösterişsiz, ikram ederek yaşayanlar. Ve onların yumuşaklığını istismar eden, bundan faydalanan ya da her şeyi çarpıtan diğerleri. Burası dengeleri sarsıyor gibi oluyor. Üzülüyorsun.

Sıkıntı Yok

Elbette bütün bu satırları karalar bağlayalım diye yazmadım.

“Oluyor öyle şeyler,” demek için yazdım.

Evet, onu anlayamayacağız. O da bizi bilemeyecek. Aramızdaki uçurum hiç kapanmayacak. Ancak biz sevgi dolu ilişkiler kurmaya devam edeceğiz. Bekleyince kendi kendine düşecekler hayatlarımızdan. Kalmıyor onlar. Yerlerine yenilerine geliyor ama kalmıyorlar. Tema kalıyor, kişiler gidiyor. Bu güzel bir bilgi. O halde bize ne lazım? Felâk ve Nas surelerinden başka… E evet, ben kullanıyorum. Bilinmezin şerrinden korunmak mühim…

Birkaç yıl önce Pozitif dergisinde Pooh’nun Taosu adlı kitap üzerine bir inceleme yazısı yazmıştım. O kitapta bahsi geçen wu wei kavramı, bilinmezlik karşısında, her türlü karşı kuvvet karşısında “nasıl olunmalı” sorusuna harika bir bakış açısı sunuyordu. O yazımda wu wei’yi şöyle anlatmıştım:

“Wu wei… Kitapta bu kelime ‘Yapmadan, savaşmadan ve egoyu ön planda tutmadan çabasız bir şekilde var olabilmek hali’ olarak açıklanıyor. Doğanın tersine gitmemek… kayayla karşılaştığında üzerinden ya da kenarından kıvrılıp öylece akıp giden suyun hali gibi… Yani bizlerin sıklıkla yaptığı o muhakemelere, kişisel algılamalara, mücadelelere girmemek… Örneğin ‘Benim de karşıma hep kayalar çıkar zaten!’ dememek ya da ‘Kayayı sev, o kaya sen onu aşmayı öğrenesin diye orada’ da dememek ve elbette ‘O kaya oradaysa mutlaka bir sebebi vardır’ da dememek… Sanki kayanın da içinde olduğu bir halde, akıyor olmak… Kayayla hemhal olarak… Yoluna devam etmek, kendi doğan ile kayanın doğasının birbirine uyumlu olduklarını doğal olarak bilmenin rahatlığını içselleştirmiş olmak…”

Yani: Olduğun kişi olmaya devam!

Süper Güçlerimiz Var Evet

1. Kişiselleştirmemek çok önemlidir. Her şey her zaman bizimle ilgili değil. Çoğu şey, çoğu zaman onunla ilgili. Ona karşı koymadan akmaya devam et.

2. Balıklar suyu, kuşlar havayı, solucanlar toprağı bilir. Hayatta kalmayı herkes, kendi evreninde öğrenir. 

3. Onu bilemem ama kendimi bilebilirim.

4.Ne yapacağımızı bilemediğimizde ne yapmayacağımızı bilmek iyidir.

5. Bebeksin sen daha. Tabii ki acıkınca ağlayacak, keyfin yerindeyse gülücükler saçacaksın. Duygularımızı yaşayacak, orada olmalarının tadını çıkaracağız.

6. Onu değiştiremezsin, akışı kontrol edemezsin, her şey çoğu zaman senden bağımsız sana gelmektedir. Olur öyle şeyler. Çok da şey yapmamayı öğrenmek lazım.

7.  Bir de buradan bak: “Dünyanın en büyük olayları insanın zihninde geçer.”[1] Anne karnında gibi evimdeyim,[2] dediğimiz yer. “Dünyanın en büyük günahları insanın zihninde işlenir. Kişi, kendine haram ettiği şeyin arzusuyla çıldırır. En yürekli insan bile kendinden korkar.”[3] Şüpheden söz etmiştik; onun en değerli komutanı kimdir biliyor musunuz? İrade!

Kim olduğun, ne düşündüğünde saklı değildir sadece. Peki sen ne yaptın? Kendi karanlığından geçerken, içindeki şeytanlara Zülfikarlarla saldırdıktan sonra… İşte, ne yaptınsa sen osun. Sen, yaptığın şeysin. Gerçek kıldığın şey, o. Dünyaya, hayat kütüphanesine eklediğin el yazması. Made by SEN! Kendini gör ve sonra kendini gerçekleştir.  

8. Çünkü kişiselleştirmek de çok önemlidir. Cioran acıyı şöyle tarif ediyor, “O kanın, etin, sinirlerin şarkısıdır.” O şarkıyı dinleyeceğiz ve bize ne söylediğini bulacağız. Belki de bu bilememenin bizi gezdirdiği şüphe sokaklarındaki tekinsizliğin en büyük hediyesi budur: Neden korktuğunu, neden sıkıldığını, neyin yokluğu ya da neyin varlığıyla acı duyduğunu fark etmek. Kendinle tanışmak, iyi bir şeydir. Onun bilinmezliğinde kendilik bilgini bul.

Hadi, son bir defa hep birlikte tekrarlayalım:

“Şu ölümlü dünyada tanımadığımız bir limandan kalkmış, bilmediğimiz bir başka limana seyreden bir gemide yaşıyoruz. Aynı yolun yolcuları olarak birbirimizi hoş tutmalıyız.”

Onu bilemedikçe, kendini bileceksin. Az şey mi?

[1] Dorian Gray’in Portesi

[2] Çukur dizisi müziği, Eypio

[3] Dorian Gray’in Portresi

Twitter

Instagram

Popüler İçerikler

"Bir Evim Varsa Onun Sayesinde": Hakan Meriçliler'den Vural Çelik Tartışmasında Gülse Birsel'e Büyük Destek!
ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı