Serda Kranda Yazio: Hiç Noktadan Korkulur mu? İlahi!

Geçtiğimiz hafta arkadaşlarımdan biri karşılaştığı bir haberi paylaştı benimle. Haber, Z kuşağının nokta korkusu hakkındaydı. Nokta, bildiğimiz nokta işareti. Şaşırdım ama haber doğruydu ve gençler için sadece nokta değil noktalama işaretleri de bir çeşit saldırganlık ve buyurganlık ifade edebiliyordu. Hatta habere konu olan araştırmanın lideri Celia Klin şöyle diyordu, “Konuşurken insanlar sosyal ve duygusal durumlarını karşısındakinin gözlerine bakma, ses tonu, duraklamalar vb. ile kolayca aktarabiliyorlar oysa mesaj yazarken bu gibi katkıları kullanılamıyor. Bu nedenle mesajlaşırken mimik, ses tonu ve jestlerin yerindeki boşluğu kasıtlı yazım hataları ve noktalama işaretleriyle dolduruyorlar.” İşte tam da burası, nokta bu açıdan bir kesinliği, gerçekten konuşmayı sonlandırmayı ifade ediyor onlar için. Demek ki nokta görünce karşılarındaki kişi kendilerine parmak sallıyor, kaşlarını kaldırıyor ya da bir şekilde güç uyguluyor sanıyorlar.

Yo yo… Bu böyle olmaz

Araştırma sonuçları farklı disiplinlerdeki kişiler tarafından değerlendirmeye açıldığında ise bir dilbilimci, mesajlaşmada bir mesajı karşı tarafa göndermeniz zaten diyeceğinizi dediğiniz anlamına geliyor; bu saatten sonra konulan her bir noktanın altında bir çapanoğlu aramak gayet normal diyerek gençlerin tercihini desteklediğini açıklıyor.  

Bizim zamanımızda da “Peki,” vardı mesela. Mesajda peki, çok acayip bir duygu yaratırdı… Annenin misafirler gitsin göstereceğim sana gününü demesine benzerdi. Demek şimdi benzer bir şey noktaya taşınmış: 

-Akşam Pelinlerde kalacağım 

-Kal. 

Kolaysa kal. Böyle mi oluyor gerçekten?

Belki de sorun hızdır ya da birileriyle uğraşmaya halimiz yoktur da gerçekten yazmaya zahmet edemiyoruzdur, bilemiyorum.

Uzun uzun yazmayınca da daha pratik çözümler gerekti herhalde. Bu pratik çözümler de yerini bir zaman sonra akıl okumaya bırakmış olmalı. E kafalar da hayra işlemiyorsa, bir imalar, bir alınganlıklar, bir kaprisler doğmuş olmalı.

Noktalama işaretlerindeki efekt

“Önümden çekil ayı göremiyorum” 

Özdemir Asaf’ın bu minik dizesi, bir virgülün nelere kadir olduğunu anlatır bize çünkü belki de şunu diyeceksindir ama diyememişsindir: “Önümden çekil, ayı göremiyorum.”  

Cumartesi akşamı bilmediğim bir numaradan telefonuma bir mesaj geldi, “Ben esra demirin telefonu beni ara.” Allah allah dedim, Esra Demir kim? Bu nasıl bir üslup! Yahu sen kimsin! Kafamda deli sorular. Biraz da dalgın, unutkan biriyim, acaba dedim Esra Demir diye biriyle tanıştım, bir şeyler dedim de hatırlamıyor muyum? Saniyeler böyle geçti. Yazık değil mi bana?  Allah’tan mesleki deformasyona sahibim de her cümleyi kafada yeniden yazma eğilimim sayesinde sonunda çözdüm kripto mesajı, “Ben Esra. (Bu) Demir’in telefonu, beni ara.” Çalsın sazlar oynasın kızlar…

Melih Gökçek’in klavyesi

Bir şeyi büyük harfle yazmada bir duygu efekti var mı? VAR. 

Uzunbiryazıgördüğümdeiçimefenalıkgeliyordahaokumadangeçiyorumruhumdaralıyor. Boşluksuz yazmada bir efekt var mı? Kesinlikle evet. 

Hadi bir de şöyle bir şey deneyelim, mesaj şu: 

“Yemeği dışarda yiyeceğim.” 

Cevaplar:  

1: “Oldu canım” 

2: “Oldu canım!” 

3: “Kaç gündür çocuklara tek başıma bakıyorum. Bir kahve bile içemedim. Ve sen bugün de dışarda yiyeceğini söylüyorsun öyle mi?” 

Umarım örneğim açıklayıcı olmuştur.  

Evet hız çağındayız ama zaten iki parmakla -hem de baş parmak- ışık hızıyla yazabilen bir nesil için kendini gerçekten ifade etmek, kendini açıklığa kavuşturmak, yükü triplerden kaldırıp kelimelere bölüştürmek daha çözümcü ve barışçıl değil mi? Mesaj yazmak ile mesaj vermek…  

Yoksa gerçekten mi yaşlanıyorum da iki kelime fazla yazmamak için sermayeyi noktaya yüklemeyi anlayamıyorum?

Anlaşılmak ihtiyaçtır

Her birimiz zaman zaman içimizdeki boşlukta yankılanan kendi sesimizi duyarız. O tekinsiz duvarlara çarpar durur sesimiz. Çarpar, geri döner ama yine de kimseye ulaşmaz. Sanarız, yorumlarız, akıl okuruz, gibimize gelir ve bunları yaparken yalnızızdır. O ne dedi, sen ne anladın. Arası, boşluk. Artık orayı nasıl dolduracağın sana kalmış.  

Sanki birbirimize hiç ihtiyacımız yokmuş gibi ne anlamaya ne de anlaşılmaya emek veriyoruz. Bir çeşit özgüven mi bu yoksa aslında içeride tir tir titrerken;  kayıtsızlıktan, umarsızlıktan, “benim için bir değerin yok”tan yapılma bir zırh kuşanıp kendini saklama aymazlığı mı?

Birbirimizi anlamazsak, öleceğiz. Bugün değilse bir gün.

İstersen noktadan kork, istersen ünlem görünce bütün tüylerin ayağa kalksın; ne kadar kızgın olduğunu büyük harflerle göster ya da bir emojiyle yıkılsın perde eylesin viran…  

Bir yerde okumuştum. Anlaşılmak, anneyle bebeğin arasındaki simbiyotik bağın-eşyaşamsallığın koca koca insanlar olduğumuzda da varlığını sürdüren bir ihtiyaç olduğunu söylüyordu. Bu şu demek, beni anlamazsan olmaz… Beni hep, hep yeniden ve bir daha bir daha anlamalısın ve ben de bunun için sana yardımcı olmalıyım, kendimi senin beni anlamana açmalıyım. Ki anlaşılmanın ihtiyacı olan en az iki kişinin varlığı kuralı sağlansın.   

Bana Ne Abi! 

Bu değil mesela.  

Tamam biliyoruz, akıllar pazara çıkmış herkes kendi aklını almış, evet. Ama bu onun gibi bir şey değil. Çok daha basit bir şey, “Seni anlıyorum ama sana katılmıyorum,” ya da “Seni anlıyorum ama bende de durum böyle böyle…” demek. Onunla aranda kayıtsızlığın hazin soğuğu var, oysa birlikte duyarlılığın kapılarını aralamak mümkün. Biri giderse diğeri gelir nasılsa hazırcılığının kısır döngüsü uzun vadede senin içini boşaltacak. Sen kimseyi tam olarak anlamadığından herhangi birine de seni anlamak için ihtiyacı olan zamanı tanıyamamış olacaksın.

“Olmayacak şey insanın bir insanı anlaması”

Der Attila İlhan 'Karantinalı Despina' şiirinde. Der ama aslında biz de şiiri okuduğumuzda birini anlamanın ne kadar önemli olduğuyla baş başa kalırız işte. Sanat da bu işe yarar biraz… Bizim yerimize anlar, bizim yerimize söyler şiirler, şarkılar ve romanlar. Biz de buradan tutuluruz onlara, bizi anlamış bizi anlatmış bizim yerimize onlar söylemiştir. Sevdiğimiz, bağıra bağıra söylediğimiz her şarkıda bizi anlamış biriyle karşılaşmanın derin duygudaşlığıyla kavranırız. Belki bu yüzden hep bir ağızdan söylerken daha bir coşar kalbimiz, “Aldırma, deli gönlüm, giden gitsin sen şarkılar söyle içinden boş ver,” derken… Neden? Çünkü anlaşılmak mühimdir! Kendini açmak, mühimdir.

O hâlde: Anlasana, biraz daha gerçekleri anlasana…

E o zaman anlatsana. 

Yazma işi çok ilginç bir iş. Kabul ediyorum. Bir çeşit iz bırakıyoruz ve pardon diyemiyoruz. Konuşurken oluyor, ağzımdan kaçtı ya da dilin kemiği yok diyoruz ama gelgelelim elin kemiği var ve yazdığımız her şeyde düşünmek için zamanımız var. Bırakalım nokta noktalığını, ünlem ünlemliğini icra etsin. Dil, parmaklarımızın ucundayken de kıvrak hareketler yapsın. Yapsın ki gerçekten anlaşılmanın tadına varalım.

Popüler İçerikler

Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
Okullardaki Yılbaşı Kutlamalarına Gelen Yasağa Mustafa Sandal'dan "Onlara İnat 'Duble' Kutlayacağız!" Tepkisi
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
YORUMLAR
10.09.2020

Gerçekten iyi bir tespit olmuş. Erkek arkadaşımla birbirimize trip attığımızda cümle sonuna nokta koyuyoruz

11.09.2020

".... dilin kemiği yok diyoruz ama gelgelelim elin kemiği var ve yazdığımız her şeyde düşünmek için zamanımız var. " işte buuuuuuu

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ