“Yap bakayım bi’ kahve içelim şöyle mesafeli mesafeli” dedim. Kahve yapmak üzere açık mutfağına doğru ilerlerken ben de salondaki kanepeye gömüldüm. Bir taraftan da sohbet ediyoruz. Dergiyi aldı, şöyle bir elinde evirdi çevirdi sonra mutfak tezgahına bıraktı. Lafa girdim,
“Bak, sözüme kıymet verirsin vermezsin, o senin bileceğin iş ama ben sana bir dostluk yapayım.”
“Yap hadi.”
“Görünürde şöyle kayda değer bir sevgilin falan yok. Yalnızsın. Arkadaş da bir yere kadar, insana aile lazım. E gül gibi karından boşanmışsın, çoluk çocuk kendi havasında. Ben derim ki sana bir hayvana sahip çık! Sevginle iyileştir onu. Öyle gidip de marka model belirtip kokoş bir ev hayvanı almayacaksın, sana barınaktan zavallı bir arkadaş lazım. O sana sen ona iyi geleceksiniz.”
“Oldu. Sen ne diyorsun, bu evi mahveder.”
“Sen bu kafayla zaten mahvolmuşsun, daha fazlası sorun olmaz. Düşünce kalıplarının ve eşyalarının kölesi olma. Şuna bak hem nihilizmden bahsediyorsun hem de eşyaların mahvolmasından. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? İntiharın eşiğine gelmiş adam döşemelerin yüzeyini mi düşünür ayol?”
“İyi de bin bir türlü hastalık geçer onlardan.”
“Ne hastalığı ya! Kovid bile insandan hayvana geçiyor, hayvandan insana geçmiyor.”
Baktım hastalık ismi duyunca hırt hırt hırt kaşınıyor.
“Ne kaşınıyon sen öyle?
“Söyleyemediklerimi, içime attıklarımı kaşınıyorum” demez mi?
Sen nereden biliyorsun onu, bu bizim dergideki ikinci sayı temamız.
“İnsanoğlu garip, kendini ifşa eden bir yorganın altına gizlenmeyi seçiyor. Söyleyemediklerimizi cildimiz söylüyor.”
Ondan duymayı beklemediğim kadar derinliği olan bu sözü açmak istedim. Baktım oralı olmuyor, kendi cümlelerini sıralamaya devam ediyor. Her biri de özlü söz kıvamında...
“Hep bir eksiğimiz var. Bunu kabullenip olana konsantre olmak, bu işin doğrusu. Sahip olduklarımız yetmiyor, bardağın boş tarafı özlemlerimiz oluyor. Bunun farkındalığını yaşamayan insan duygularına kapılıp gidiyor. Elindekiyle mutlu olan insana akıyor tüm enerji çünkü o duygularını yönetiyor, kapılmıyor, kıymet biliyor.”
Hayretle bakan suratımı kahve yaparken fark etmiyor tabii. Bana bakmadan devam ediyor konuşmaya: “Güzel kadınların ya da çok yakışıklı erkeklerin yaşlanması daha fazla travma yaratıyor. Kabullenmekten başka çare yok.”
“E valla doğru. Sonu yok ki. İlla ki yaşlanacağız.”
“Yaşını kabul etmeyenler arasında gençlerin peşinden koşanlar da var kendi yaşlarına bakmadan. Ben de onlardan biriydim biliyorsun değil mi? Sonradan üzüleceğimi bile bile ses çıkartmadım buna. Aslında farkında değilim sanıyorlardı o kafa koparıcılar bana param için yaklaştıklarını. Aman boş ver diyordum, ben de onlara gençlik ve güzellikleri için yaklaşıyorum... Şimdi ise hiçbirini yanımda istemiyorum.”
Gözlerimi iyice kısıyor ve onu incelemeye alıyorum. Benden önce ne içmiş bu ya da bu neyin kafası?
“Duygusal ilişkilerde vasıflı, iyi eğitimli, nazik, saygın, doğal kişileri arıyor ama cinsel hazları en ilkel duygularımızla, en yasak ve aykırı partner ile yaşamayı fantezi haline getiriyoruz. O fantezileri gerçek dünyada yaşamaya kalktığımızda ise değerlerini kaybediyorlar. Yasak aşklar heyecan ve haz verse de ‘sanılan o şey’ değiller. Yasak aşklara kapılıp gitmenin hüsran ile sonlanmasının sebebi de bu. Cinsel haz temeli olan ve heyecan üzerine kurulmuş her ilişkinin ömrü başka bir hazzın keşfine kadar sürüyor.”
“Aferiiiin” diyor, hatta ellerimi bile çırpıyorum. “Ha şunu bileydin.” İyiydi güzeldi de bu neyin itirafı şimdi? Beni duymuyor gibi monoloğunu devam ettiriyor.
“Öğrenilmiş çaresizliklerimiz var ve öğrenmeye niyetimiz olmayan çareler... Kabul et ve doğru tercihi yap. Hep aynı çöpleri gömüyorsun arka bahçene. Tarz değiştir. Başarılı ve başarısız insanı ayıran da bu. Hayıflanmaya, kendine acımaya başlayan insan kaybetmeye mahkum. Yeni yollar arayan ve kendini zinde ve güçlü tutabilen ise eninde sonunda çıkış yolu buluyor.”
Bu noktada susuyorum. Konuşsun bakalım daha neler dökülecek diyorum.
“Kendimizi mutlaka kandırıyoruz. Başka türlü hayata katlanmak zor. Bu bir yerde savunma mekanizması. Dozunu kaçırmadan kandırmaya devam edebilirsin ama dozunu aşarsan vay haline.”
“Vay! Evet, vay. Vay senin haline...”
“Ve aklımıza nazar değmiyor çünkü herkes kendi aklına pek hayran. Aptal, aptal olduğunu bilmiyor ve herkesi aptal gibi görüyor. Kendi antipatik halini görebilen ise az. Oysa kendine dışarıdan bakmayı başarabilen insan, hangi durumda antipatik, hangi durumda yanlış görebiliyor. Çıkıp dışarıdan bakabilme yeteneği lazım insanlara.”