Selçuk Topal Yazio: Modernizm, Postmodernizm ve Giderek Bir Kaosa Sürüklenen Toplum

Bir başka felsefe kokulu yazı ile karşınızdayım. İnsanın düşünce dünyasının ve dolayısıyla toplumun değişimi, gelişimi, evrimi hakkında düşünmeyi ve yazmayı seviyorum. Nitekim, her ne kadar uzmanlık alanım atmosfer dışı olsa da ben de bu atmosfer altında yaşıyorum. Bu yazıda hepimizin muhtemelen sıkça duyduğu ve genelde dar anlamlarına takılıp kaldığı iki kavramdan bahsedeceğim. 

Bu iki kavrama geçmeden önce bazı tanımlar yapmak gerek. Modernleşme bir toplumun tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru olan tarihsel dönüşümü iken modernlik ise akılcılık, laikleşme, özgürlük, insanın doğa üzerindeki hakimiyeti ve  pratikte ise sanayi toplumunun sorunlarına atıfta bulunan bir kavramdır (Alain Touraine, 1988).

Oxford Sözlük tanımına göre ise modernizm gelenekselin aksine modern fikirler, yöntemler ve materyallerin kullanıldığı, 20. yüzyılın erken zamanlarında sanatta, mimaride ve edebiyatta görülen bir harekettir. Aynı sözlüğe göre ise postmodernizm modernizme bir tepki olarak (ancak zıttı değil) 20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir akımdır.

Postmodernite modernitenin ötesinde bir toplumsal gelişimi ifade ederken, postmodernleşme ise moderniteden postmoderniteye geçiş sürecini temsil eder (Smith 2005). Modernizm ve postmodernizm çok geniş tanımlara sahiptir. Bu yazıda (dilim döndüğünce) bu iki kavram hakkında daha çok felsefi ve toplumsal bakış açısıyla konuşacağım. Elbette kendi görüşlerimi de paylaşacağım.

Postmodernizm kavramının tarihi modernizm kadar eskiye dayanmıyor. Hatta çok yeni demekte bir sakınca yok.

İlk kez 1979 yılında Jean-François Lyotard tarafından felsefenin kelime dağarcığına dahil olmuştur (Postmodern Durum isimli kitabı). Sanatta postmodern anlayış ise 1960’lara kadar gider. Postmodernizmin görüldüğü ilk alan da zaten sanattır. Lyotard postmodernizmi kapitalist refah devletinin bunalımı ile ortaya çıkan bir akım olarak olarak tanımlar. Nitekim modernizmin varlığının nedenlerinden biri olan kapitalizm 20. yüzyıla gelindiğinde bunalıma girmiştir. Sanıldığının aksine postmodernizm (adındaki post öneki nedeniyle) ‘modernizmin sonu’ veya onun tam tersi demek değildir. Ancak modernizme karşı ciddi bir tepki ve eleştiri olduğu doğrudur. 

Modernizm temelleri Rönesans dönemine uzanan ve birçok alanda (resim ve edebiyat gibi) kendini göstermiş bir akımdır. Rönesans döneminde dini inançlara bağlı düşünce tarzının yerini akılcılık ya da bir başka ifadeyle bilginin gücü almıştır. Ancak Max Weber modernlik ile göklere çıkarılan akılcılık nedeniyle ‘dünyanın büyüsünün bozulduğu’ benzetmesini yapar. Postmodernizmin özünde yatan şey ise şüphecilik, ironi ve her şeyde yüce bir neden olduğuna olan inanca karşı duyulan şüphedir. Nitekim, postmodernizmde belirsizlik hakimdir.

Modernizm aklı merkeze koyarak ilerleyen bilim ve teknoloji sayesinde sorunların çözülebileceğini iddia eder. Ancak postmodernizm bunu reddeder. İnsanoğlunun ilerleyen teknoloji ile daha insani bir canlı ol(a)madığını dikkate alırsak postmodernizmin iddiasının daha mantıklı olduğunu düşünebilirsiniz. Nitekim aksine çoğunlukla akılsızlık yapan insanoğlu aynı zamanda duyguları olan bir varlıktır. Hatalar yapar. Bilim ve teknolojinin sürekli geliştiği doğrudur. Ancak Hiroşima’ya o bombayı atan da insandı. İşte bu nedenle, bize en yakın insanımsı türlerden bugüne kadar geçen birkaç yüz bin yıllık süreç içinde insanın o ilk zamanlardaki duygu ve güdülerinin bugün çok değiştiğini düşünmüyorum. Kısacası, insanın dahil olduğu bir denklemin elbette sadece bir adet ‘klasik’ çözümü olmayacaktır. Çözüm birçok adet ‘göreli’ duruma sahip olabilir. İşte bu nedenle postmodernizm ‘simülasyonlar’ ve ‘gerçekliğin yerini imajların alması’ olarak da tanımlanır.

Bu noktada modernizmi klasik fiziğe (gerçek olan şey aklımla ve uyguladığım bilimle algıladığım bu makro dünyadır. Nitekim gerçeklik nesneldir!) ve postmodernizmi ise kuantum fiziğine (gerçeklik konusunda o kadar emin olma! Her şey görelidir!) benzetsem sanırım hata etmiş olmam. Nitekim klasik fizik bize dünyayı kristal parlaklığında gösterdiğini iddia etse de (veya öyle yaptığını zannetse de) aslında dünya çok karmaşıktır. Bu nedenle postmodernizm bize tek bir yanıt veya tek bir merkez olmadığını söyler. 

Modernizm ve postmodernizm tanım ve anlamlarını dar kalıplara sokamayız. Bir toplumum modern ya da postmodern olması elbette o toplumun geçirdiği veya geçirmekte olduğu değişimlerle yakından alakalıdır. Toplumsal değişimler ve yeni yaşam biçimleri belirleyici roldedir. 

Örneğin modenizmin kökeninde Fransız devrimi, Aydınlanma, bilimsel gelişmeler ve sanayi devrimi vardır. Siyasetten ekonomiye bilimden teknolojiye yaşanan gelişmeler elbette o toplumun modern ve postmodern çağdaki konumunu ve duruşunu belirleyecektir. Aktörler topluma sundukları ile toplumun yaşayış biçimini ve algılarını değiştirebilir (bkz. medya) ve çok nadir olsa da toplumlar yaptıklarıyla kitlesel değişikliklere neden olabilir. Postmodern toplum, içinde bulunduğumuz bilgisayarların ve bilgi çağının toplumudur. Belki de, postmodern toplumun modern toplumdan (‘çalışan toplum’) en büyük farkı bir tüketim toplumu olmasıdır.

Bilgi çok önemli bir güçtür.

Alain Touraine’in dediği gibi: 'Sanayi-sonrası toplum (ya da bir başka ifadeyle programlanmış toplum) için toplumdaki bölünme ve çatışmanın temel nedeni mülkiyetler değil bilgiye erişme gücüne sahip olup olmamaktır.' Bu Marksist bakış açısından çok farklıdır. Nitekim Marksist anlayış toplumdaki çatışmanın nedenini üretim araçlarının mülkiyetinin kimin elinde oluğuyla ilişkilendirir. Ancak durum artık böyle değildir. 

Lyotard da bilgiye çok önem vermiş ve araştırmasını tasvir etmek için postmodern kelimesini kullanmaya karar verdiğini söylemiştir. Sonuç olarak bilgiye sahip olmak ve ona yön verebilmek (veya manipüle edebilmek) etkili bir güçtür. Elbette bu, gelişen iletişim teknolojileri sayesinde, artık çok daha kolay bir hale gelmiştir. Dün üretim araçlarını ellerinde tutan güçler bugün iletişim araçlarını ellerinde tutmaktadır. Kısaca çatışma devam etmektedir. Aktörler ve figüranlar değişmemiştir. Sadece sahne ve silahlar değişmiştir. Bilgi artık bir amaç değil satılmak için üretilen bir tüketim malzemesidir, metalaşmıştır (Lyotard, 2000). 

Sizler tüketimi kendi salt bilincinizle yaptığınızı iddia edebilirsiniz. Ancak, algıların sürekli ‘ekranlar’ ile taciz edildiği bir bilgi çağının ortasında neredeyse hiç kimsenin salt kendi istediği ile bir şeye sahip olduğunu zannetmiyorum. Örneğin, sosyal medyaya girdiğimde çoğunlukla gördüğüm şey ‘ürün’ tanıtımıdır. Kişisel, fikirler, yaşayışlar adeta pazarlanır. Nitekim artık istisnasız her şey bir üründür ve insan hiç olmadığı kadar müşteri konumundadır.

Postmodernizmin öncüsü olarak kabul edilen ve aydınlanma düşüncesini ciddi şekilde eleştiren kişi Frederich Nietzsche’dir.

Nietzsche modernizmin aksine bilgi edinme sürecinin kaynağı olarak aklı değil insanın yaşam enerjisini esas alır. Hangi akım olursa olsun insanlık tarihi boyunca hiçbir akımın toplumun geneline yayılmadığını ve belki de mikro ölçeklerde toplumda görülen heterojen yapı nedeniyle böyle bir şeyin hiçbir zaman mümkün olmayacağını söylemekte sanırım sorun olmaz. 

Bana göre toplumun çekirdeği olan her aile kendine has bir felsefi akıma ve düşünce sistemine sahiptir. Hatta her birey ayrı bir düşünce deryasıdır ve olaylar karşısındaki refleksleri farklı olabilir. Dediğim gibi Dünya gerçekten karmaşık bir yer. Çünkü üzerinde biz yaşıyoruz. Diğer yandan akımlar düşünen insanları akıntısıyla sürükler. Bir sürü gibi yaşayan veya yaşamak zorunda bırakılan kalabalıkları, yani çoğunluğu değil. O nedenle bir çözüm vaat eden düşünce akımlarının toplumları sarıp sarmalayacağını düşünmek naiflik olur. 

Nitekim günümüzde (ve belki de insanlık tarihi boyunca olageldiği gibi) yaşam enerjisini sadece hayatta kalmak için harcamak zorunda bırakılan insanın düşünmeye vakti yoktur. Hâlâ temel haklarına ulaşamamış ve refah düzeyinin toplumun geneline yayılamadığı milyarlarca insanın yaşadığı bir gezegenden bahsediyoruz. Elbette bu gezegende yapmanız gereken ilk şey ‘hayatta kalmaktır’. O nedenle ve ne yazık ki düşünme eylemi insanlar için hep bir lüks olagelmiştir. Adeta programlanmış bir yaşam formu gibi her gün aynı rutinleri yapıyoruz, yapmak zorunda bırakılıyoruz. Aramızdaki birkaç kişinin özgürce düşünme eylemi gösterebilmesi (ki muhtemelen o kişiler ekonomik olarak da özgürler) çok büyük bir çoğunluğun bunu yapamadığı gerçeğini değiştirmez. 

Bir noktada pesimist olduğumu da belirtmek istiyorum. Siyasilerin ve iş adamlarının yönettiği bir gezegende toplum bilimcilerin yaptığı toplumsal çözümlemeler ve sorunlara dair önerileri gerçekte işe yarayabilir mi? Daha en başından toplum bu çözümlere adapte olabilecek kapasiteye sahip mi? Ya da sorumu şöyle sorayım: Bugüne kadar toplumda iyiye giden bir şey oldu mu? İnsanlık Aydınlanma Çağı ile sözüm ona aklı hakim kılmıştır. Ancak dünya genelinde aklın ne zaman hakim olduğu görülmüştür?

 Bu belki de iç karartıcı bir tümevarım olacak ancak bence ufukta görünen şey toplumsal sorunların çözüldüğü günler değil, aksine bugün sahip olduğumuz sorunlardan çok daha büyük sorunlarla boğuşacağımız günlerdir. Örneğin, bir şeyin miktarı azalınca kıymeti artar. Dünya’daki tüm kaynaklar bitip tükenirken o kaynaklara ulaşmada izlenen yol bundan binlerce yıl öncesine kıyasla daha barbarca olacaktır. Ve bence geçmişten daha fazla göçlerin yaşandığı zamanlara şahit olacağız. ‘Ekmek bulabilmek’ için kıtaları aşmak gerekecek. Elbette bilim ilerliyor diyebilirsiniz. Belki bu sayede mesela gezegenin enerji ihtiyacına daha kalıcı çözümler bulunabilir iddiasında olabilirsiniz. Bir an için dünya toplumlarında sıkça görülen, o iç karartıcı bilimi umursamazlığı bir kenara bırakıyorum. Böyle bir durumda bile bilimin yapılabilmesi için gerekli paranın size ulaşmasının karar merci de siyasiler ve/veya iş adamlarıdır. 

Bir bilim insanı neden araştırma yapar? Bir bilimsel projeyi finanse eden şirket/kurum vb. bunu neden yapar? Televizyonlarda neden bilim haberleri görürsünüz? Bu soruların her birinin altında yatan neden veya nedenler farklıdır. Ve muhtemelen en masum neden ilk sorunun altında yatan nedendir. O nedenle bilginin metalaştığı görüşüne katılmamak elde değildir.

Bence siyasetin tanımı ekonomiyi idare ederek hüküm sürmeye devam etmek isteme eylemidir. Kendinize şunu sorun: Bir insan neden bir devleti yönetmek ister? İçinizde halkının refahı vb. gibi yüce nedenler ileri sürenler olacaktır. Hatta belki dünya siyasetinden görüşünüzü destekleyecek birkaç örnek bile verebilirsiniz. Ancak bu sadece birkaç adet olur. Nitekim çoğunlukla olan şey iktidar ve güç elde etmektir. Toplumda hangi konumda olursanız insan böyledir: Neredeyse hepimiz güce açızdır. Çünkü bu açlıkla büyütülürüz. Antik çağda mitolojilerde şimdi ise her odaya giren televizyon dizilerinde övülen şey güçtür. 

Kısacası, dünya güç açlığı ile yanıp tutuşan iradesi zayıf canlıların gezegenidir ve toplumsal olarak çürümeye yüz tutmuştur. Kim bilir, belki hep böyleydi. Ne yazık ki durum budur. Aksi bir duruma beni inandıracak (azınlıkta kalan birkaç çaba dışında) hiçbir ışık göremiyorum. Görebilen varsa lütfen anlatsın. Can kulağıyla dinlerim.

Son olarak postmodernizm üzerine çalışmaları olan sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman’ın sözü ile bitirelim: ‘Zamanın gerçekten çok pahalı olduğu bir çağda yaşıyoruz.’ O nedenle zamanın kıymetini bilin dostlar. Zygmunt Bauman aynı zamanda şunu da söyler: ‘Televizyon izlediğini iddia edebilirsin. Ancak televizyon da seni izler.’ 

Sizce kontrol kimdedir?

Her ne sürç-i lisan ettiysek affola.

Kaynakça:

Touraine, Alain (1988). Return of the Actor. Social Theory in Postindustrial Society, Foreword by Stanley Aronowitz, Translated by Myrna Godzich, Minneapolis: University of Minnesota Press.

Smith, Philip (2005). Kültürel Kuram, Çeviren: Selime Güzelsarı, İbrahim Gündoğdu, İstanbul: Babil Yayınları.

Lyotard, Jean-François (2000). Postmodern Durum. Çeviren: Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları.

Popüler İçerikler

Üç Milyon Emekliyi Bekleyen Tehlike: 2025'te 12 Bin 500 TL Maaş Almaya Devam Edebilirler!
Galatasaray'ın Yıldızı Osimhen İçin Fenerbahçe Napoli ile Temasa Geçti
Boks Tarihinin En Pahalı Maçı Öncesi Mike Tyson, Jake Paul'a Tokat Attı!