Selçuk Topal Yazio: Gecenin Üçünde Bir Düşünce Egzersizi, Yaşadığımız Çağ, Gerçeklik, Üniversitelerin Varlığı

Gecenin üçünde ağlayan bebek sesiyle uyanıp klasik fizik ile kuantum fiziği ilişkisi ve modernizm ile postmodernizm ilişkisi arasında bir bakış açısı benzerliği olabileceğini düşünmeye başlamak biraz garip görünebilir. Ancak insan beyninin size ne zaman ne düşündüreceği belli olmaz. Akabinde, içinde bulunduğumuz ve türlü türlü ekranlardan beynimize giren bilgi kaosunun ortasında, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemediğimiz sanal dünya ile sarmalanmış bir post-truth (gerçek ötesi) çağında, adeta 200.000 yıl önce yaşamış atalarımız gibi yine ve sadece sezgilerimizle baş başa kalmış olmayı düşünmek… Dediğim gibi beyninizin sizi ne zaman ‘rahatsız’ edeceği belli olmaz. Bu yazımda bolca soru bulacaksınız. Yanıtları ise size bırakıyorum.

Evrene ve etrafımızda gelişen olaylara olan klasik bakış açımız (mesela klasik fizik ve klasik mantık gibi) bilimdeki ilerleme ile elbette değişmiştir.

Aşırı küçük kütleler ve aşırı hızlar söz konusu olduğunda her şeyi tek bir ‘doğru’ ile ifade edemeyeceğimiz ortaya çıkınca (bkz. kuantum fiziği) ve sonuç olarak her şeyin aslında olasılıklardan ibaret olduğunu fark edince (klasik Aristo mantığı çöker) gerçeklik üzerindeki sis perdesi kalkacağı yerde sanki daha da bulanıklaşıyor. Şunu söyleyebiliriz ki Antik Çağ filozoflarına kıyasla gerçekliği anlamada bugün daha da zorlanıyoruz. Nitekim, gerçekliği sorgulanması gereken nesne ve olay sayısı artık çok daha fazla ve durmaksızın artıyor.

Sadece kuşku duyduğundan kuşku duymayan ve geri kalan her şeyden kuşku duyan Descartes’in ‘Düşünüyorum, öyleyse varım!’ (cogito ergo sum) diyerek varlığın yegane nedenini varlığından şüphe duyacak düşünsel bir aktiviteye bağlaması ile bugünün bize dayattığı kuşkuculuk aynı şeyler midir? Ya da Edmund Husserl’in fenomenolojik yaklaşımında olduğu gibi deneyimleyenin gözünden algılanan dünyanın dışında bir saf bilinç olabilir ve aslolan belki odur. Ya da belki John Locke’un dediği gibi nesnel dünyayı algılayışımızdan asla emin olamayız. Gördüğünüz gibi sadece kuantum ölçekte değil, insan zihnini de hesaba katarsak, her ölçekte bir belirsizlik söz konusudur.

O halde şu an içinde olduğumuz ve bir şekilde deneyimlediğimiz bu şey tam olarak nedir? Yanıtını bilmiyorum (bilen varsa anlatsın lütfen!). Bildiğim tek şey içinde bulunduğumuz bu şey ne ise sonsuza kadar sürmeyeceğidir. Ya Matrix filmindeki gibi rüyadan uyanıp ‘gerçekliğe’ kavuşacağız ya da hayattayken (ki hayatın da gerçekliği sorgulanabilir elbette!) deneyimlediğimiz bu sözüm ona ‘gerçekliğe’ dair zerre bir bilgi taşıyamayacağımız bir yere gideceğiz, evrenin atomları olarak evrene geri döneceğiz. Bilinçsiz atom yığınları olarak…

İçinde bulunduğumuz ‘gerçek ötesi’ çağda, yani bilgiye ulaşım anlamında sayısız kollara ayrılan kitle iletişim araçlarının olduğu bir ortamda, üniversitelerin varlığını ve gerekliliğini bile sorgulayabiliriz.

Eğer bilgiye zaten ulaşılabiliyorsa, eğer F = m.a denkleminin ne anlam ifade ettiği sanal dünyada bulunabiliyorsa,  bir kişinin aynı denklemi görmek ve anlamak için bir bina içindeki bir sınıfta yer alan bir sırada oturmasına (hem de o sırayı kapabilmek için bir sınava girmesine!) gerek var mı? Elbette bu soruyla üniversitenin sahip olduğu rollerden ‘bilgi sağlama’ rolünü eleştirmiş oluruz. 

Üniversitelerin profesyonel bir eğitim sağladığını da iddia edebilirsiniz. Sonra üniversitelere, müfredatlarına ve öğrenci profiline bakınca, bazı (optimist konuştum evet. Birçok kelimesi daha uygun sanki) örnekler için iddianızın çok da doğru olmadığını düşünebilirsiniz. Nitekim her zaman mukayese edecek daha iyi bir örnek vardır. 

Diğer yandan, daha en başından, kişinin psikolojik halinin başarısını ciddi şekilde etkilediği birkaç sorudan oluşan bir sınav ile üniversite adaylarının seçilmesine karşı çıkabilirsiniz. Neden benden sadece beş net daha fazla yaptı diye sözüm ona daha iyi üniversiteye gidebiliyor? Belki sınav esnasındaki stres haliniz size beş soruyu eksik veya hatalı yaptırdı. Sınav esnasında kulağınıza gelen bir kuş sesi bile o ana kadar bir soru üzerinde inşa ettiğiniz düşünceyi dokuz şiddetinde bir deprem misali yerle yeksan edebilir. Bu milyonlarca olasılıktan biri sadece. O halde sınav gerçekten neyi ölçmektedir? Dikkat? Odaklanma? Bu çağda hepimizin en az sahip olduğu şey yani.

Belki üniversitelerin aynı zamanda bilgi üreten kurumlar olduğunu ve kanı oksijence zenginleştirmek gibi toplumun damarlarına (ki o damar dolaşımı artık sanal dolaşıma dönüştü) bilgi enjekte ettiğini söyleyebilirsiniz. Ancak eğer birey yine kendi duygu ve kanaatine göre hareket edecekse (unutmayın gerçek ötesi bir çağdayız) bireylere ‘doğru ve güncel’ bilgi sağlamanın gerçekten yararlı olduğunu söyleyebiliriz miyiz?

Üniversitelerin çoğunlukla yaptığı şeyin klasik ve değişmez bilgileri (ki hepsi sanal dünyada bulunabilir) topluma vererek ayakta kalan ancak sadece azınlık bir grubun (toplumu direkt olarak ilgilendirmeyen) bilimsel araştırmalar yaptığı kurumlar olduğunu iddia edebilirsiniz. Ve bu iddianızda muhtemelen haklısınız. Yoksa üniversitelerin, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik arasında bocalayan insanlar için bir nevi rehabilitasyon merkezi görevi mi var?

Aynı zamanda üniversitelerin yetişmiş insan sağlama görevi de vardır. Yani size bir diploma verir.

Ancak günümüzde o diploma, aslında sanal ortamda ulaşabileceğiniz bilgilere sahip olduğunuzun sadece resmi yoldan bir kanıtı değil midir?

Tüm bu ve buna benzer sorgulamalardan sonra üniversitelerin teknolojik ilerlemeye öncülük ettiği gerçeğini düşünmeden edemezsiniz. Tıptan iletişime hayatımızı kolaylaştıran birçok teknoloji üniversitelerin aynı zamanda birer araştırma ve geliştirme (ArGe) faaliyeti göstermesi nedeniyledir. Ancak daha sonra şunları kendinize sorabilirsiniz: Üniversitelerin reel çıktısı sadece bu ise kampüste bu kadar öğrenci kalabalığına ne gerek var? Bu tarz araştırmalar daha küçük ölçekli özel veya kamu kurumlarında yapılamaz mı? Ben bir tüketici olarak telefonun kamerasındaki CCD teknolojisi ile ilgilenmiyorsam detaylardan bana ne?

Olumlu sonuçları olsun ya da olmasın bilgiye kolay erişilebilen bir çağdayız. Çevremizdeki her şey değişirken üniversitelerin değişmemesi ve yüzlerce (hatta binlerce) yıldır aynı mantıkla hareket etmesi sizce de biraz garip değil mi? 

Bilim ve ona bağlı olarak teknolojideki ilerleme sayesinde bilimdeki klasik bakış açısının yerini olasılıklara dayanan bir bakış açısı almışa benziyor. Ancak öyle görünüyor ki insan zihni, (varlığından itibaren devam eden toplumsal sorunlara çözüm bulamayışını da dikkate alırsak) klasik sorunlarıyla uğraşmaya devam ediyor ve edecek. İnsan doğasının olaylar karşısındaki tutum ve refleksleri 200 bin yıl önceki atalarından farklı değilse, aklın ve bilimin söylediği şeyleri dinleyecek bir zihinsel gelişime sahip değilsek, bizi bekleyen şeyin dünden daha büyük sorunlar olduğunu görmek sanırım zor olmasa gerek. Eğer bir toplumun kaderi, geçmişte olduğu gibi bizim inanç ve kanaatlerimize bağlı olarak şekilleniyorsa bir soruna çözüm olarak aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek ne kadar akılcı, ne kadar mantıklıdır? 

Öyle görünüyor ki toplum, bizzat evrenin kendisi gibi, belli bir süre sonra entropik doyuma ulaşıp dingin, ruhsuz ve soğuk bir şekle bürünecek. Soğuktan kastım hayatın yok olması, ölümün soğukluğudur. Elbette evrenin akıbeti senaryolarından biri de tekrarlayan evrendir. Toplumsal sorunların çözüleceğini, bir nevi Nirvana'ya ulaşacağımızı düşünmek, evrenin içine çöküp tekrar Büyük Patlama geçireceğini düşünmek gibidir. Oysa evrene olan şey ivmelenerek genişlemesi ve düzensizliğinin sürekli artmasıdır. Sanırım toplumu da benzer bir son bekliyor. Ya da ben çok pesimistim. Bilmiyorum.

Yazının başında da dediğim gibi bu bir düşünce egzersiziydi. Saat 05.45. Artık biraz uyuyayım (ki onun da gerçekliği sorgulanabilir).

Twitter

Instagram

Popüler İçerikler

Fernando Muslera, Jose Mourinho'yu Hedef Aldı: "İstemiyorsa Gidebilir"
Türkiye'ye Gelir mi? Suudi Arabistan'da Forma Giyen Cristiano Ronaldo'dan Değişim Kararı
Galatasaray'ın Yıldızı Osimhen İçin Fenerbahçe Napoli ile Temasa Geçti