Gauguin, bir tezatlar ressamıdır, ilkelliğe dönüş çabasında, mistik çağrılarında, daima «eğitilmiş» bir yön görülür. Sanatıyla, düşüncenin esrarlı dünyasına inmeyi düşlediği halde, evrensel güzellikten, kendini sıyıramaz. Bir «ilkel» olduğunu savunduğu halde, sembollerden, renk zenginliğinden, müzik armonisinden bahseder. Yine de bu değişik ruh fırtınalarından, karşımıza, bahtsızlığını ölünceye dek güçle taşıyan, gerçek bir insan çıkar.
Ressamın ilk eserlerindeki hava, ağır ve yapışkan renkler işe ağdalı bir karışımdır. Tedirgin ve geleneksel stili, empresyonistlerden uzaktır. Giderek Gauguin, görüş ve duyuş arasında kurduğu dengeyle, kişilerin iç dünyalarının esrarına kadar inmeyi başarmıştır.
Böylece tutku ve esinlenmeleri, fırça darbeleriyle canlandırmaya yönelmiştir. Renk kitlelerini sadeleştirmiş, daha, aydınlık ve toplayıcı resim tarzını benimsemiştir.
Tahiti’deki ilkel evrende karşılaştığı canlı ve mutlu yaşam, eserlerine coşkun bir sembolizmle yansımış, ressam bu tutkuyu ölümüne dek içinden atamamıştır. Yeni bir akımın öncülüğünü yapmış, sanatı; eleştirmenler tarafından «Hem ilkel, hem karışık, hem aydınlık, hem karanlık, hem vahşî, hem zarif» olarak nitelendirilmiştir. Yaşamı boyunca, eserlerinde coşkun, güçlü ve sıcak bir evrenin vahşi ve esotik esintisi duyulmuştur.
Gauguin, 1895′te yeniden ve bir daha geri dönmemek üzere, ikliminin büyüsüne kapıldığı Tahiti'ye gidip orada yerleşti; sefalet içinde çalıştı. Tahiti’den Dominik adalarından Marquesas’a geçti ama orada da çevre tarafından benimsenmedi. Yerlileri kışkırttığı iddiasıyla yöneticiler tarafından üç ay hapse mahkum edildi. Hastalık, yokluk ve üzüntülerin ağırlığında, 8 Mayıs 1903 yılında öldü.
bolluk bereket içinde yaşamış, çoluk çombalak rahat bi hayat sürmüş kaç gerçek sanatçı var ki zaten...
van gogh u koymamışın
Mehmet Akif Ersoy