Seçmen davranışını anlamak için şunu sormadan ilerleyemeyiz: “Bu insan kendisini nasıl tanımlıyor?” Milliyetçilik, dindarlık, sınıfsal aidiyet, etnik köken, mezhep, memleket, hatta tuttuğu futbol takımı… Tüm bu kimlikler siyasal tercihin zeminini döşüyor. Çoğu zaman parti programına bakmadan önce, “bizden olan kim?” sorusunu soruyoruz.
Partiyle kurulan bu ilişki zamanla bir partizan kimliğe dönüşüyor. Artık mesele sadece “şu vergi politikasını beğeniyorum” değil; “biz buyuz, onlar da onlar” oluyor. Bu noktada kendi partimizin hatalarını küçümsemeye, karşı tarafın her adımını kötü niyetle açıklamaya, aynı olayı iki farklı gerçeklik gibi yaşamaya başlıyoruz. Burada devreye güdümlü akıl yürütme (motivated reasoning) giriyor: Aklımızı hakikati bulmak için değil, çoğu zaman zaten inandığımız şeyi savunmak için kullanıyoruz.
Türkiye gibi gelişmekte olan demokrasilerde parti aidiyetinin görece istikrarlı olması, literatürde sık sık vurgulanır. Bireysel düzeyde yapılan çalışmalar, bu bağlılığın köklerini ebeveyne bağlılık, algılanan ekonomik refah ve vatandaşların dini kökenleri üzerinden açıklar. Yani birçok seçmen için partizan kimlik, bir günde değil, çocukluktan itibaren işlenen uzun hikâyelerin sonucu olarak ortaya çıkar.
Kutuplaşma: Fikir Ayrılığından Duygusal Kopuşa
Bugün pek çok ülkede, Türkiye dâhil, sadece fikirlerin değil, duyguların da kutuplaştığı bir dönemdeyiz. Artık mesele sadece “şu politikayı savunuyorum” demekten ibaret değil; karşı taraftakini daha az ahlaklı, daha az dürüst, daha az “bizden” görme eğilimi yaygınlaşıyor. Literatürde buna duygusal kutuplaşma (affective polarization) deniyor.
Duygusal kutuplaşma derinleştikçe uzlaşma “ilkelerini satmak”, ortak zeminde buluşmak “zayıflık” gibi algılanıyor. Bilgi ve kanıta dayalı tartışma, yerini giderek sloganlara, etiketlere, kimlik çağrılarına bırakıyor. Böyle bir ortamda seçmen davranışını “yeni veriler ışığında rasyonel tercih değiştirme” olarak anlamak gittikçe zorlaşıyor. Yeni bilgi, gruplaşmış duyguların sert duvarına çarpıp geri dönüyor; kim olduğumuz, ne bildiğimizden daha belirleyici hâle geliyor.
Medya, Sosyal Medya ve Duygusal Trafik
Klasik televizyon haberlerinden YouTube yayınlarına, X’teki (Twitter) zincirlerden podcast’lere kadar uzanan medya evreni, giderek daha duygusal bir zeminde işliyor. Tehdit anlatıları, kriz manşetleri, “son dakika” efektleri, sert yorumlar… Hepsinin ortak bir özelliği var: Dikkat çekiyorlar.
Bu noktada psikolojik boyut çok görünür hâle geliyor. Daha fazla izlenme, daha çok tıklanma, daha çok abonelik ve takipçi için, çoğu zaman daha provokatif ve kutuplaştırıcı bir dil tercih ediliyor. Sakin, mesafeli ve nüanslı analiz yerine, keskin cümleler, iddialı başlıklar, “şok” ve “skandal” lafı bol içerikler öne çıkıyor. YouTube’da, X’te, bazı tartışma programlarında sık gördüğümüz tablo tam da bu: Gri alanları yok sayan, her meseleyi iki kampa bölen, dozajı sürekli artırılan bir duygu trafiği.
Gündem kurucu aktörler, seçmenin belli duygu kalıplarına yerleşmesini sağlayacak çerçeveleri özenle kullanıyor. Tehdit söylemi korkuyu, skandal ve yolsuzluk hikâyeleri öfkeyi, kurtarıcı lider anlatısı umut ve gururu besliyor. Seçmen ekran karşısında ya da telefonda yalnızca bilgi toplamıyor; aynı zamanda öfke, korku, hayal kırıklığı ya da coşku üreten bir duygusal akışa maruz kalıyor. Ve bütün bu birikim, sandık başındaki o tek hareketi, mührü nereye bastığımızı, fark etmeden şekillendiriyor.