Seçmen Davranışının Politik Psikolojisi: Sandığa Giderken Aslında Neye Oy Veriyoruz?

Seçim dönemlerinde hep aynı sahne: Televizyonda tartışma programı açık, sosyal medyada ortalık kaynıyor, mutfakta çay demleniyor ve bir noktada şu cümle illa ki kuruluyor: “Nasıl oluyor da aynı hayat pahalılığını yaşayan, aynı trafikte sıkışan insanlar bambaşka partilere oy veriyor?” Bu soruya sadece ekonomi, ideoloji ya da kampanya stratejileriyle cevap vermeye çalıştığımızda, resmin önemli bir kısmını ıskalamış oluyoruz. Çünkü sandığa giden sadece bir “seçmen” değil; hayal kırıklıkları, korkuları, öfkesi, umutları, alışkanlıkları ve kimlikleriyle yürüyen bir insan.

Burada “duygular” derken aslında birkaç kavramı birlikte düşünmemiz gerekiyor.

Duygulanım (affect), genel ve daha kalıcı bir duygusal tonu anlatırken; duygu (emotion), genellikle belli bir olaya verilen, daha kısa süreli ve çoğu zaman bilincinde olduğumuz tepkileri ifade eder. Ruh hali (mood) ise kaynağını tam seçemediğimiz, bazen bütün gün süren o “üzerimde bir ağırlık var” hâlidir. Günlük dilde bunları birbirinin yerine kullanıyoruz ama seçmen davranışını anlamaya çalışırken, hem bu anlık duyguları hem de daha geniş duygusal iklimi hesaba katmak zorundayız.

Günümüz popülizmini anlamaya çalışan siyaset bilimi ve sosyal psikoloji, tam da bu yüzden duygulara daha çok dönüyor. Çünkü çağdaş siyasette olup biten pek çok şeyin ortak noktası, “duygusal yüklü” (emotionally loaded) olması. Seçmenler neredeyse sürekli, görünür ya da görünmez biçimde duygularının etkisi altında. Gündemi belirleyen siyasal aktörler ve elitler, kitleleri belirli davranış kalıplarına yönlendirmek için bu duygu kalıplarını söylemlerine özenle yerleştiriyor; ortaya çıkan davranışların bir kısmı yüksek sesli tepkiler, bir kısmı ise en az o kadar anlamlı olan suskunluk ve geri çekilme.

“Rasyonel Seçmen” Hayali: Hesap Makinesi Değil, İnsan

Siyaset biliminin klasik modelleri, bir zamanların en sevilen karakteri olan “rasyonel seçmen”i şöyle tarif ederdi: Bilgi toplar, seçenekleri tartar, maliyet–fayda hesabı yapar ve kendi çıkarını en çok maksimize eden partiye oy verir. Kâğıt üzerinde zarif duran bu modelin ufak bir sorunu var: Gerçek hayatta böyle biriyle pek karşılaşmıyoruz.

Uzun yıllar boyunca bireysel siyasi davranışı açıklamaya çalışan çalışmalar, bilişsel ve rasyonalist varsayımlara yaslandı. Seçmen davranışı modelleri, insan davranışını temelde zihin ve hesaplama üzerinden okudu. Daha fazla düşünmenin ve bilişsel hesaplamanın bizi siyasette “mümkün olan en iyi seçeneğe” götüreceğini varsaydılar. Bu bilişsel paradigma içinde akla dayalı karar verme, “bilinçli” ve makbul; duygular ise irrasyonel seçimlere yol açan bir tür bozulma, önyargı ve hata kaynağı olarak görüldü. Seçmenin vatandaşlık görevini hakkıyla yerine getirmesini engelleyen bir parazit gibi…

Oysa hem nörobilim hem de siyasal psikoloji başka bir tablo çiziyor. İnsan, siyasette de gündelik hayatta olduğu gibi sınırlı bilgi, sınırlı zaman ve sınırlı sabırla hareket ediyor. Duygular, aklın yerine geçen bir hata programı değil; dikkatimizi nereye vereceğimizi, hangi bilgiyi ciddiye alacağımızı, hangi riski göze alıp alamayacağımızı belirleyen temel rehberler. Sandığa giderken önümüzdeki denklem, aslında şöyle kuruluyor: Bir yanda programlar, vaatler ve veriler; diğer yanda sevgi, öfke, korku, umut, coşku ve aidiyet. Ve çoğu zaman ikinci grup, birincinin üstüne kalın bir renk katmanı çekiyor.

Duyguların Sandığa Giden Yolu: Korku, Öfke, Coşku ve Umut

Siyasette duygular genellikle “manipülasyon” kelimesi eşliğinde, hafif küçümseyici bir tonda konuşulur. Oysa duygusal zekâ kuramı (affective intelligence) ve siyasal duygular yaklaşımı bize şunu söylüyor: Duygular karar vermenin dışındaki bir gürültü değil, bizzat karar süreçlerinin içindeki birer motor.

Bu çerçevede özellikle üç temel duygudan söz edilir: korku, öfke ve coşku. Umut, mutluluk ve neşeyle birlikte daha geniş bir olumlu duygular ailesinin üyesi olarak, bu tabloda coşkuyla yakından akrabadır.

Korku ve kaygı, nörolojik sistemler açısından bir tür “gözetim sistemi” ile ilişkilendirilir. Korku, kişiyi eyleme geçmeden önce durup etrafına yeniden bakmaya zorlar. Siyaset bağlamında korku, seçmeni tehdidin nedenini ve kaynağını anlamaya yönelterek bilişsel çabayı artıran bir rol üstlenir. Bu korkuyu tetikleyen temel motivasyon çoğu zaman “algılanan belirsizlik”tir (perceived uncertainty): Ekonomik kriz, güvenlik tehdidi, siyasi istikrarsızlık gibi durumlarda bu belirsizlik hissi yükselir ve seçmen daha temkinli, daha arayışçı hale gelir.

Öfke ise başka bir kanaldan çalışır. Öfke; hayal kırıklığı, küçümseme, tiksinti ile akrabadır ve genellikle tanıdık ama hoşlanılmayan bir uyaranla karşılaşıldığında devreye girer. Kavramsal olarak inanç ve tutumların ihlaline dayanır: Normların, adalet duygusunun, “böyle olmamalıydı” dediğimiz şeylerin ihlali ne kadar şiddetliyse, öfke de o kadar yoğun olur. Siyasal alanda öfke, bireyleri partizan alışkanlıklara doğru iter; siyasi katılımı (miting, kampanya, sosyal medya tartışmaları) motive eder ama bilgi arama ve öğrenme isteğini azaltabilir. Öfkeli seçmen, yeni bilgiyi sakin sakin tartmaktan çok, zaten inandığı şeyi savunmaya odaklanır.

Coşku (enthusiasm), olumlu duygular ailesinin bir üyesi olarak umut, mutluluk ve neşeyle birlikte anılır. Siyasi kampanyaların müzikleri, kalabalık miting görüntüleri, “tarihi an” vurguları hep bu coşkuyu uyandırmaya dönüktür. Olumlu duygular, genel bilgi yapılarını kullanmayı teşvik eder; bilgi daha sezgisel ve yüzeysel işlenir. “Zaten biliyorum” hissi güçlenir, derinlemesine analiz zayıflar. Bu yönüyle coşku, öfke ile ilginç bir ortak nokta taşır: İkisi de siyasete katılımı artırırken, bilgiyi hızlı ve sezgisel yollardan işlemeye meyleder.

Bu çerçeveyi üç boyutlu yaklaşım olarak formüle eden çalışmalar, kısaca şunu söyler: Coşku, insanların siyasete ne zaman dahil olduklarına ve mevcut kimliklere ne zaman güvendiklerine dair ipuçları sunar; kaygı, dikkat ve öğrenme süreçlerini tetikler; nefret ve öfke ise norm ihlali algılandığında, mevcut kimlikleri savunmak için savunmacı hatta saldırgan eylemleri öne çıkarır. Umut ise özellikle geleceğe dönük bir beklenti olarak, coşkunun kardeşi sayılabilir: Değişim vaat eden hareketlerin en değerli sermayesi umut, insanları risk almaya, alıştığı partiden kopmaya daha açık hale getirebilir. Kısacası duygular, siyasal kararlarımızın sadece sonucu değil; bizzat o kararları üreten temel nedenlerden biridir.

Kimlikler: “Ben Kimim?” Sorusu, “Kime Oy Veriyorum?”u Belirliyor

Seçmen davranışını anlamak için şunu sormadan ilerleyemeyiz: “Bu insan kendisini nasıl tanımlıyor?” Milliyetçilik, dindarlık, sınıfsal aidiyet, etnik köken, mezhep, memleket, hatta tuttuğu futbol takımı… Tüm bu kimlikler siyasal tercihin zeminini döşüyor. Çoğu zaman parti programına bakmadan önce, “bizden olan kim?” sorusunu soruyoruz.

Partiyle kurulan bu ilişki zamanla bir partizan kimliğe dönüşüyor. Artık mesele sadece “şu vergi politikasını beğeniyorum” değil; “biz buyuz, onlar da onlar” oluyor. Bu noktada kendi partimizin hatalarını küçümsemeye, karşı tarafın her adımını kötü niyetle açıklamaya, aynı olayı iki farklı gerçeklik gibi yaşamaya başlıyoruz. Burada devreye güdümlü akıl yürütme (motivated reasoning) giriyor: Aklımızı hakikati bulmak için değil, çoğu zaman zaten inandığımız şeyi savunmak için kullanıyoruz.

Türkiye gibi gelişmekte olan demokrasilerde parti aidiyetinin görece istikrarlı olması, literatürde sık sık vurgulanır. Bireysel düzeyde yapılan çalışmalar, bu bağlılığın köklerini ebeveyne bağlılık, algılanan ekonomik refah ve vatandaşların dini kökenleri üzerinden açıklar. Yani birçok seçmen için partizan kimlik, bir günde değil, çocukluktan itibaren işlenen uzun hikâyelerin sonucu olarak ortaya çıkar.

Kutuplaşma: Fikir Ayrılığından Duygusal Kopuşa

Bugün pek çok ülkede, Türkiye dâhil, sadece fikirlerin değil, duyguların da kutuplaştığı bir dönemdeyiz. Artık mesele sadece “şu politikayı savunuyorum” demekten ibaret değil; karşı taraftakini daha az ahlaklı, daha az dürüst, daha az “bizden” görme eğilimi yaygınlaşıyor. Literatürde buna duygusal kutuplaşma (affective polarization) deniyor.

Duygusal kutuplaşma derinleştikçe uzlaşma “ilkelerini satmak”, ortak zeminde buluşmak “zayıflık” gibi algılanıyor. Bilgi ve kanıta dayalı tartışma, yerini giderek sloganlara, etiketlere, kimlik çağrılarına bırakıyor. Böyle bir ortamda seçmen davranışını “yeni veriler ışığında rasyonel tercih değiştirme” olarak anlamak gittikçe zorlaşıyor. Yeni bilgi, gruplaşmış duyguların sert duvarına çarpıp geri dönüyor; kim olduğumuz, ne bildiğimizden daha belirleyici hâle geliyor.

Medya, Sosyal Medya ve Duygusal Trafik

Klasik televizyon haberlerinden YouTube yayınlarına, X’teki (Twitter) zincirlerden podcast’lere kadar uzanan medya evreni, giderek daha duygusal bir zeminde işliyor. Tehdit anlatıları, kriz manşetleri, “son dakika” efektleri, sert yorumlar… Hepsinin ortak bir özelliği var: Dikkat çekiyorlar.

Bu noktada psikolojik boyut çok görünür hâle geliyor. Daha fazla izlenme, daha çok tıklanma, daha çok abonelik ve takipçi için, çoğu zaman daha provokatif ve kutuplaştırıcı bir dil tercih ediliyor. Sakin, mesafeli ve nüanslı analiz yerine, keskin cümleler, iddialı başlıklar, “şok” ve “skandal” lafı bol içerikler öne çıkıyor. YouTube’da, X’te, bazı tartışma programlarında sık gördüğümüz tablo tam da bu: Gri alanları yok sayan, her meseleyi iki kampa bölen, dozajı sürekli artırılan bir duygu trafiği.

Gündem kurucu aktörler, seçmenin belli duygu kalıplarına yerleşmesini sağlayacak çerçeveleri özenle kullanıyor. Tehdit söylemi korkuyu, skandal ve yolsuzluk hikâyeleri öfkeyi, kurtarıcı lider anlatısı umut ve gururu besliyor. Seçmen ekran karşısında ya da telefonda yalnızca bilgi toplamıyor; aynı zamanda öfke, korku, hayal kırıklığı ya da coşku üreten bir duygusal akışa maruz kalıyor. Ve bütün bu birikim, sandık başındaki o tek hareketi, mührü nereye bastığımızı, fark etmeden şekillendiriyor.

“Ben Siyasetle İlgilenmiyorum” Diyenler de Resmin İçinde

Bir de “Ben siyaseti sevmem, ilgilenmiyorum” diyenler var. Politik psikoloji açısından bakınca, bu da başlı başına bir davranış. Oy vermemek, sandığa gitmemek, gündemi tamamen kapatmak da kendine özgü bir psikolojik arka plana sahip. Çoğu zaman “hiçbir şey değişmez” inancı, siyasetçilere ve kurumlara güvensizlik, kutuplaşmadan yorulmuş olma hâli bu tercihin temelinde yatıyor.

Bazıları için sandığa gitmemek, pasif bir ilgisizlikten çok, sessiz bir protesto biçimi olabiliyor. Bu yüzden seçmen davranışını anlamak, sadece oy verenlerin dünyasını değil, siyasetten çekilenlerin duygu haritasını da ciddiye almayı gerektiriyor. Duygusal yorgunluk, bitmeyen kriz hâli, temsil edilmeme hissi; demokrasiyi sadece sandığın içinde değil, sandığın dışında bıraktıklarıyla da sınayan unsurlar.

Sonuç: Sandığa Giden Sadece Oyumuz Değil

Seçmen davranışının politik psikolojisi bize basit ama kritik bir şeyi hatırlatıyor: Sandığa giden sadece kimliğiniz ve oy pusulanız değil; duygularınız, kimlikleriniz, korkularınız, öfkeniz, umutlarınız, coşkunuz ve çocukluktan beri biriktirdiğiniz basma-kalıplarınız da sizinle birlikte kabine giriyor.

Bu gerçeği kabul etmek, seçmeni küçümsemek değil; insanı daha bütünlüklü bir şekilde ciddiye almak demek. Demokrasi de zaten biraz böyle bir şey: Sadece rasyonel beyinlerin değil, kırılgan kalplerin ve karmaşık kimliklerin ortak sahnesi.

Seçmen davranışını gerçekten anlamak istiyorsak, oy oranlarına ve anketlere bakmak yetmez. İnsanların dünyayı nasıl gördüğünü, neler hissettiğini ve kendine hangi hikâyenin içinde yer açtığını da aynı ciddiyetle sormamız gerekir.

Meraklısı için 

Cengiz Erişen, Political Behavior and the Emotional Citizen. London: Palgrave Macmillan, 2018.

Twitter

LinkedIn

Instagram

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

İçeriğin Devamı İçin Tıklayın

Popüler İçerikler

Devlet Bahçeli’den Terörsüz Türkiye Açıklaması: “PKK’nın Kurucu Önderliğinin Mesajları Makuldür”
İl Olmaya Aday İlçeler Listesi Güncellendi: 5 Yeni İlçe Daha Plaka Hazırlığında!
Galatasaray-Samsunspor Maçındaki Son Dakika Pozisyonu Çok Konuşuldu