Saklı Odalar

Bir akrabam vardı benim adı Cahit Ağabey olan. Elli yaşına yaklaşmış hafif kırlaşmış saçları, uzun boyu ve heybetli duruşuyla… Onunla ilgili aklımda kalan en güzel şey eşi ve beş çocuğuyla güzel bir aile olmalarıydı. Neşeli ve konuşkan halleri gözümün önüne gelir, çocukluğumda evlerine misafir olduğumuzda eşi ile tatlı atışmalarını hatırlarım; ne zaman bir deprem haberi alsam! 

Biraz para biriktirip biraz borçlanıp zor şartlarda, kıt kanaat daire sahibi olmuştu Cahit Ağabey. Ama gel gör ki evin bir misafir odası vardı ki hiç kimsenin kapısını açıp içeri girmesi mümkün olmayan. Hanımı tarafından yasak konulmuş bir saray odasıydı adeta. Önünden geçerken bile fazla yaklaşmamaya gayret ederdik çocuk halimizle. Küçücük oturma odasına sığışırdık kalabalık ev ahalisiyle. Antrede duvara yaslanmış masanın etrafına dizilir yemek yerken biri kalkmak istese sofradan herkesin ayağa kalkıp yol vermesi gereken daracık bir alanda sıkışıp kalırdık.

Evin en geniş salonu malum yasak bölge ilan edilmiş, güzel oymalı koltuklar örtülerle kaplanmış, ceviz ağacından olan koca yemek masası etrafına dizilmiş ahşap sandalyelerle terk edilmiş gibi öylece mahsun dururdu kapı aralandığında gördüğüm kadarıyla.

Nadir de olsa kapısı açılan odadan buz gibi esen soğuk anında dışarıya yayılırdı. Metruk olan bu oda borç harç demeden en pahalı eşyalarla donatılmış duvardan duvara olan vitrin dolabı ise iki aileye yetecek porselen yemek takımları, kristal bardaklar, çini fincanlarla hıncahınç doluydu. Sofraya her oturulduğunda Cahit Ağabey hanımına sitem eder yıllar önce aldıkları Bavyera porselen takımıyla bir kez olsun yemek yeme isteğini söylediğinde şiddetle ret edilirdi. Eşi, takımın 128 parça olduğunu ve bir tek parçanın kırılması durumunda takımın bir işe yaramayacağını söyler, kullanmanın asla mümkün olmadığını belirtirdi…

Cahit Ağabey ve ailesi 1999 Gölcük depreminde yıkılan apartmanın enkazı altında kalmıştı. Ne acıdır ki onu, hanımını ve üç çocuğunu kaybetmiştik. Geriye kalan büyük kızı Melike ile en küçük oğlu Samet sağ olarak kurtulmuştu. Yıllar sonra Melike ile karşılaştığımızda söylediği şu sözleri hiç unutmam:

Annem ile babamın cesetlerine ulaştığımızda beni en çok etkileyen şey vitrindeki 128 parça porselen takımının tuz buz olmuş kırıkları oldu. Anneme baktım cansız, babama baktım cansız! Hiç girilmeyen odanın kullanılmayan eşyaları ve tabak bardaklar moloz yığınlarının arasında dağılıp gitmişti. Anneme kızdım, bir kez olsun kullanmadığı eşyaları bırakıp göç ederken dünyadan ne kendine ne de babama hayatı yaşatmadığı için. Üzüldüm! Girdim enkazın arasına geri kalan sağlam tabak bardakları aldım elime tek tek kırdım, üstüne bastım çiğnedim. Feryat edip ağlarken tüm acımı eşyalara basarak dindirmeye çalıştım. Paramparça olmuş porselenler öfkemi alabilmiş miydi acaba diye hala kendime sorarım.

Bu kadar kısaydı hayat. Kırk saniyelik bir zaman bitirmeye yetiyordu şehirleri, medeniyetleri ve yaşamları. Geriye kalan moloz yığınlarının arasında kaybolan anıları, dili olsa da anlatabilse kırılan eşyalar kaybedilen canların, acı çekerek ölüme teslim olmalarını. Nice imparatorluklar nice hükümdarlıklar ve nice milletler yeryüzünü terk edip gitti. Kimi savaşlar sonucu kimi depremler neticesi kimi sel felaketlerine maruz kalmış milyonlarca yaşam telef olup giderken geriye kalan metalar insanoğlundan iz bıraktı tarih boyunca…

Bir döneme damga vurmuş kilitli misafir odaları belki de içinde hiçbir anıyı biriktirmemiş soğuk alanlar olarak yok olup gitti. Hayatı ertelemeyen, maddeye değil insana değer veren düşüncelerin iyi yaşam sürmeyi seçen, eşyayı doyasıya kullanarak, parayı, metayı bir ihtiyaç olarak değerlendirmek aslında o yaşama atfedilen en büyük değer olur. Maddeyi yaşatan mana olduğu sürece can bulur tüm cisimler.  İnsanın olmadığı hiçbir alanın kimliği yoktur. Mekanları oluşturan, hayatları doya doya yaşayan topluluklardır. Tarihten bugünümüze kalan tüm eserler müzelerde sergilenirken içlerinde barındırdıkları hikayelerle can bulurlar. Bizi ilgilendiren tarafları cismani varlıkları değil yaşama kattıkları olgular neticesindeki hayatlardır aslında. Göç edip giderken bu diyardan, terk ettiğimiz metalar bizi hatırlatır çoğu zaman geride kalan yakınlarımıza. Bazen ölmüş bir sevdiğimizin ya da yakınımızın tesbihi, hırkası, kalemi alır götürür onunla yaşadığımız anlara. Hatıralar can bulur birlikte vakit geçirirken oturduğumuz sandalye ve masanın etrafında. Beraber yemek yediğimiz zamanlar canlanır hayalimizde öylece…

Ülkenin en güzel oyuncak müzesini yaşatan Sunay Akın şöyle der bir söyleşisinde:

Bir toplumun en önemli zenginliği insanıdır. Elbette ki tarihi, doğası, doğal kaynakları, kültürel değerleri de önemlidir ama en önemli zenginliği insanıdır. Biz 1980 yılında, darbeden sonra giderek güçlenen politikalarla hayatın gerçek zenginliklerini hisse senetlerinde arar olduk. Oysa hayatın zenginlikleri hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir.

Günümüze geldiğimizde eşyaları bir köşede bekletmeden ihtiyacımız dahilinde kullanıyor olmamız yaşamı kolaylaştıran en güzel olgulardan biri olsa bile bu kez de karşımıza hızlı tüketim sorununu ortaya koydu. Kısa süre içerisinde kullanıp kullanıp attığımız eşyalardan geriye ne bir anı ne de dostluk saklamaz olduk. Yeni nesil yaşadığı anıları içi eşya dolu poşetlerle çöpe atar oldu.  Annelerimiz misafir odalarını bir ömür kilitli tutarken an-ı yaşamaktan mahrum kaldık. Bu tezatlar arasında geçen hayatlarımıza yüzyılın felaketi on bir ili ve ilçelerini kapsayan depremi gördük. Hayata ve sevdiklerine veda eden canların feryadını oturduğumuz yerden duyduk. Canımız yandı yüreğimiz dağlandı. Giden geri dönmüyordu kalan ise ölmekten beter zor bir mücadelenin ortasında yakınlarını kaybetmiş yapayalnız bir halde kalıyordu.

Var mı kıymeti metanın…

Var mı değeri metruk odaların…

Uğruna ertelediğimiz hayatı geri getirebilir mi mülk…

Güneşin doğuşunu karşılayamadan giden canı, saklı odalar geri verir mi…

Yıkılan çatıların altında ölümü beklerken var mı önemi lüksün…

Ebediyete açılan kapının ardında kalan elmas olsa ne yazar…

Faydası olur mu koltuğun çanağın yeni kalmasının…

Kıyamadığımız hiçbir eşyanın bir nefes kadar önemi var mı…

Yaşa gönlünce dar etme dünyayı, ömür kırk saniye kadar unutma ey can…

Bahar ENSARİ

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Popüler İçerikler

Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı