YouTube kaydını izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.
YouTube kaydını izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.
Bence kasım ayından itibaren başlamayalım zira çok daha gerilere gitmemiz gerekiyor. Benim hazineci bankacı kimliğim bu analizi gerektiriyor. Şeytan detaylarda gizlidir. Biz 2002 sürecinden 2013 yılına kadar ‘yatırım yapılabilir’ statüye gelene kadar süreçte çok önemli aşamalar kaydettik ekonomide ama değişimi 2013 yılından itibaren başladı. 2013 yılıyla yurtdışında ABD Merkez Bankası bilanço küçültmeye gitti ve biz de bütçe detaylarına baktığınız zaman çok önemli değişiklikler görmeye başladığımız tarihtir. Özellikle içerde transfer harcamalarında çok yüksek artış sosyal güvenlik tarafında açıkların tekrar büyümeye başlaması ve belediyelere yüklü aktarımlar başladı yani bozulma o dönemler itibariyle çoktan başlamıştı. 2014 yılından itibaren Türkiye’deki mali alanda daralma başladı ve 2017 -2018-2019 mali alanının iyice daraldığı ve hükümetin hareket kabiliyetinin iyice azaldığını görmekteyiz. Bu borçlanma rakamlarından da görülmekte. İç ve dış borcun toplam olarak gelmiş olduğu nokta bizim GSYH %28 borç oranımızın şu an itibariyle %39’lara kadar çıktığını görüyoruz. Aslında içine Merkez Bankası borçlarını da katarsak bu oran %45’lere kadar çıkıyor.
Bugün itibariyle likidite o kadar bol ki güveni tesis ettiğiniz ortam söz konusu olduğunda Türkiye’ye para yağacağına inancım tam halbuki bugün ne oluyor? Dolarını 8’den yabancı satıp; çok yüksek faizle 7.25 den yerine koyacak bir de üzerine faiz getirisi elde edecek olan yabancı satıyor ve biz bu yatırım ufkuna çok seviniyoruz aman ne kadar güzel oldu diye düşünüyoruz! Bu süreç önümüzü görebildiğimiz maalesef 2-3 aylık süreç. Peki bu süreçten sonra ne olacak 2-3 aydan sonra ne gibi risklere maruzuz? Yeterli miktarda bu riskleri elimine etmek adına elimizde yeterli araç gereç var mı?
Bir izleyici sorunuz vardı sayın Ali Babacan döneminde en fazla borcun arttığı dönem diye niteleyen bir yorum okudum…
Bu doğru bir ifade değil. Ali Babacan dönemi GSYH’ya göre borçluluk oranının en düşük olduğu dönemdir… Türkiye; tarihinin toplam borç stoğunun Haziran 2018 – Kasım 2020 tarihine kadar neredeyse toplam Cumhuriyet tarihinde yapılmış olan borç miktarının iki katı kadar daha borç ekleyerek 1.830 Trilyon TL ye gelmiş durumda. Özellikle geçmişte mali kuralın uygulanması için çok büyük bir çaba sarfedildi. 2010 senesinde parlamentoya sunuldu ama genel kurula gelmedi .O dönem itibariyle mali kural uygulananamamış olması ve kaynakların yavaş yavaş etkin ve verimli olmayan kanallara kanalize edilmiş olması ve Türkiye’nin büyüme modelinin üretim modeli yerine inşaata dönük büyüme modeli sonunda Türkiye’nin toplam faktör verimliliğini aşağı çekti ve son 3 yıldır eksideyiz. Türkiye’de toplam faktör büyüklüğünün düştüğü ve bu sebeple de Türkiye’deki kamu borç stoku ve borçlanmada birtakım problemler çıktı.. Toplam borç stokunun / GSYH oranla 2003’ten 2013’e kadar en düşük seviyeye gelip o tarihten itibaren ise müthiş bir bozulma ile az evvel vurguladığım gibi borçluluk oranının Merkez Bankasını da katarsak %45’lere geldiğini tekrar dan görürüz. Makro ekonomik olarak baktığımız zaman da ben daha anlaşılır olmak adına basit bir dille 4 büyüklük üzerinden konuşurum.
1. Büyümenin olmadığı yerde yeni bir katma değerin yaratılmadığı yerde bu büyümenin özellikle sürdürülebilir ve refah artışına sağlayacak bir artış da olması gerekir.
2. Bu büyümeyi nasıl finanse ettiğiniz yani cari açık rakamını konuşuyorum.
3. Enflasyon; ekonomik olarak bütün kötülüklerin anasıdır. Enflasyonun olduğu yerde ne doğru dürüst gelir dağılımı adaleti olur ne sanayici önünü görüp de planlamasını ve üretim için yatırımını ona göre öngörebilir ve ne de toplumsal barış için iyi bir tohum atılmış olur.
Kötü bir tecrübeyle ve çok pahalı bir tecrübeyle maalesef 2.5 senede enflasyonun bir sonuç değil, aslında faizin bir sonuç olduğunu gördük. Bununla ilgili bir araştırma yapılmış olsaydı bunların nasıl gerçekleştiğini para arzının artırıldığı zaman eğer ona talep yoksa nasıl enflasyon yarattığı incelenmeliydi. Kötü bir deneyle oldukça büyük bir bedel ödeyerek Merkez Bankası’ndan yaklaşık 133 milyar dolar kaybederek ve önemli bir bütçe açığı vererek bu tecrübeyi yaşadık. Umarım sonuç itibariyle faizin bir sonuç; enflasyonun da bir sebep olduğu öğrenilmiştir.
Benim çokça kullandığım bir söz var: İdeoloji akıl ve mantığı çürütür derim. İdeolojiye saplandığınız zaman maalesef akıl ve bilimin dışına çıkıyorsunuz ve bunun gibi bütün toplum olarak bu bedeli ödemek zorunda kalıyorsunuz. Ödemeye de devam edeceğiz maalesef reform söylemlerinin de çok fazla içinin doldurulacağını düşünemiyorum. Parti programımızda hukuk ve özgürlüklerin herhangi bir şekilde ortaya konmadığı hiçbir yerde refah artışı olamaz. Partimiz özellikle hukuk ve hukukun üstünlüğü aynı zamanda özgürlükler ve herkesin rahatça görüşünü ifade edebildiği ortak akıl ile ortaya konmuş olan ekonomik modeller.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi… Yargı, yürütme ve yasamanın birbirinden bağımsız olması ve bunların kontrol denge mekanizmalarıyla birlikte, bir gücün diğerine baskın olmaması ve o gücü mutlak kılmaması anlamında da çok önemli ve bir kişinin ağzından çıkan sözün kanun olması gibi… Bunlar hak ve özgürlükler çerçevesinde hukuka, tarıma, endüstriye, sanayiye, eğitime, sosyal hayata ve aslında her yere yansıyor.
Şu an itibariyle önceliğimiz gelmiş olduğumuz noktada 12.300 $ lardan ; 8000 $ a ve altına gelebilecek kişi başına milli hasılayı tekrar dan yukarılara doğru çıkarabilmek. Ama hukuk ortadan kalktığı zaman da; ekonominin ne hale geldiğini son 2.5 senedir örnekleriyle yaşayarak gördük. Sistem olarak da Cumhurbaşkanlığı başkanlık sistemin de herhangi bir şekilde bir çıkar yol olmadığı bence görülüyor diye düşünüyorum ve bizim partimizde bu konuyla ilgili en önemli savunduğu şey güçlendirilmiş parlamenter sistem. Güçlendirilmişten kasıt ne? Demokrasi aslında toplumun her kesiminin ona katılımıyla mümkün… Ben 51 yaşındayım ve bugüne kadar en büyük pişmanlığım keşke siyaset daha erken yapmış olsaydım, keşke bulunduğum mahallede bile fikrimi savunan ve dünya görüşü olarak yakın bulunduğum bir parti tarafında yer almış olsaydım… Bundan sonra bu katılımcılığı ve özellikle ülkeme olan borcumu siyasetle ödüyor olacağım.
1. sorunuza cevap verirken ben şunu söyleyeyim isterim: Ben güven ruh gibidir, terk ettiği bedene tekrar dönmez derim… O ruh artık o benden de değil. O nedenle DTH (Döviz Tevdiat Hesapları) bozulmamasını hatta her kurun aşağı gelişinde de yeniden alımın gelmesini buna bağlıyorum. 6 Kasım itibariyle Hazine ve Maliye Bakanı’nın 27 saat sonra görevden ayrıldığını öğrendikten sonra yurtdışından para girişi de olmaya başladı… 10.8 milyar dolarlık ülkeye kaynak girişi var bunun karşılığında bireyler 6 Kasım’dan 31 Aralık tarihine kadar 9.9 milyar dola ; kurumlarda 1.5 milyar dolar yani 11 .4 milyar doları yerlilerin aldığı dolar var… Geçtiğimiz 5 dönem genelde kur hep yukarı giderken dövizini satmış bu şu anlama geliyordu demek ki o dönemde beden de hala bir umut vardı…
Ancak 6 Kasım’da dövizin artışına ve sonra düşüşe rağmen vatandaş hız kesmeden alım yapmaya devam etmiş. Artık şuna karar vermiş bence bu bedene bu RUH geri dönmeyecek. Çünkü demin söylediğim gibi sadece ekonomik anlamda reform yapacağız demek ...reformun bile içinin boşaltıldığını düşünüyorum… reform - yeniden biçimlenmek… Birtakım alışkanlıklarınız olması dolayısıyla bu alışkanlıklardan kurtulamadığınız zaman son derece zor bir şey. Bunu sebebiyle o davranıştan tamamen vazgeçmeniz demek… Bu reformu yapacak kişiye veya kuruma güven duymanız gerekiyor. Ben bu ruh bu bedeni terk etmiş olarak görüyorum. Bunu siyasi kimliğimle söylesem de açıkladığım fikirler sayısal değerler olarak güven demek tuğla üzerine tuğla koyarak söylediklerinizi davranışlarınızla da göstererek gelişen bir duygu. Güven duyduğunuz kişinin liderlik özelliğinde de gelgitler olmamalı. Benim güven endeksim DTH’lar.. Ben burada DTH’larda ciddi bir çözülme görmediğimiz için halkımız güven duymuyor olarak okuyorum.
Erken seçim sorunuza gelecek olursak da;
Biz Deva Partisi olarak kuruluşumuz olan 9 Mart 2020 den pandemi koşullarındaki kısıtlamalara rağmen çok önemli bir işi başararak teşkilatma çalışmalarımızı 81 ilde tamamladık. 43 tane planlıyorduk ama 41 ilde teşkilatlanma çalışmamızı tamamlayarak 29 Aralık 2020 tarihinde de genel kongremizi yaptık. Hukuken 6 aylık yasal sürenin sonunda eğer ülke bir seçime giriyorsa biz bu sürecin startını 29 Aralık tarihinde vermiş olduk. Bunu niye anlattım? Kısa vadede bir erken seçim olacakmış gibi çalışmalarımıza devam ediyoruz. Beklentimiz 2023 yılından önce bir seçim sürecinin olacağı, zira bu yapının sürdürülebilir olmadığını düşünüyoruz. 2021 yılı içerisinde de bu olasılığın olabileceğini de görüyoruz. Bu sebeple buna hazırlıklı olmak düşüncesindeyim..
Şu andaki iktidarla en büyük farkımız hukukun tekrar tesis edildiği kurumların tekrar işler hale getirildiği ve Türkiye’nin 1 den büyük olduğu ve tek kişinin değil, ortak akıl ile bu ülkenin yönetilecek olduğu 83 milyonu yönetmenin bir kadro işi olduğunu ve bu şekilde yönetilmesi gerektiğini ifade ediyoruz. Bu izleyiciden ricam maalesef bizler çok TV’lere çıkamıyoruz son derece kısıtlı olarak sesimizi duyurmaya çalışıyoruz ana akım medyada duyurmamız zor ama ben sosyal medya ya çok inanıyorum ve sosyal medyadaki söylemlerimize videolarımıza bir bakarsa bu izleyicimiz bizi asla iktidar partisi uzantısı değil ondan 180 derece farklı bir açıyla bakıyoruz bir kadro hareketiyiz diyoruz… Parti programımızın ilk açılış metninde hukuk; özgürlükler ve herkesin konuşabildiği bir Türkiye diyoruz.
Daha evvel söyledim mali alanımız o kadar dar ki bütçe açığımız inanılmaz. Verimli büyümeye katkı sağlayacak kaynak aktarımı da yok en basitinden Cumhurbaşkanlığı bütçesi geçtiğimiz seneye göre %28 artırıldı ben böyle bir resim içerisinde genel çerçeve de biz iktidar olduğumuz zaman birinci yapacağımız güveni tesis etmek ve kurumları liyakata bağlı şekilde yeniden yapılandırmak ve Türkiye’ye yeninde konuşma imkanını sağlayabilmek.
Özgürlüklerin olmadığı bir ortamda bu mümkün değil…
Herkes kazanacak, Türkiye öyle kazanacak! Herkes konuşacak, Türkiye öyle kazanacak diyoruz.
Biz kişilerden bağımsız olarak ilkesel olarak kişisel atamaları son derece yanlış buluyoruz. Bu konu Boğaziçi Üniversitesi’nde çok büyük tepki gördü. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi’nin geçmişten gelen demokratik yapısıyla yapılan atamalar kendi içerisindeki seçimlere rağmen dışarıdan yapılan atamalar bu noktaya getirdi. Aslında bu problemin en büyük kaynağı Yüksek Öğretim Kurumu denen bu olgudur. Bunun ortadan kalkması 1. önceliğimiz.
Türkiye Varlık Fonunu ve YÖK’ü biz ortadan kaldıracağız iddiasıyla geliyoruz… Sadece kayyum ataması üniversiteler için değil belediyeler ve dernekler var… Bu kişilerden bağımsız olarak bu atamanın Boğaziçi Üniversitesi’nden kendi geleneklerinden gelmemiş olması ve tepeden yapılmış olması herhangi bir şekilde aday bile gösterilmediği tepeden pat diye güzide bir üniversitenin tepesine koymak tasvip edilemez. Bu kelepçelemek demektir. Belediyeler ve sosyal derneklere yapılan kayyum atamaları da aynı çerçeve de değerlendirilmeli o yüzden ilkesel olarak son derece hatalı olduğunu düşünüyoruz.
En basit olarak kendimden örnek vermem gerekirse benim bir mesleğim var bir koltuk bir mevkiiye ulaşmak için bu söylemleri söylemiyorum. Ben bu ülke de mutlu bir şekilde yaşayıp hayatımı bu ülkede sonlandırmak istiyorum. Bu ülkede yaşarken huzur içerisinde yaşayabilmesi için birilerinin söylediğinin arkasında durup bu işi yapıyor olması gerekiyor. O yüzden söylemlerimiz aklın yolunu gösteriyor.. Biz o ortak payda da buluşursak bunu tek başımıza değil hep birlikte vatandaşlarımızın çoğu ile yapacağız bana mesaj atan arkadaşlarımın çoğu 'umarım başarırsınız Allah yolunuzu açık etsin' dedikleri zaman hep birlikte başaracağız cevabı veriyorum.