- Zaten hayat boyu içimizdeki boşlukları bir şeylerle doldurmaya çabalamıyor muyuz? Bizi içine doğduğumuz döneme ve coğrafyaya karşı savunmasız yapan da bu boşluklarımız. Onları neyle dolduruyorsak o şeye dönüşüyoruz aslında. Yoksunluğunu hissettiğimiz şey, itibar, güvenlik, sevgi, ait olma, onaylanma, anlaşılma her ne ise, onu bize vaat edene karşı istemsizce çekiliyoruz. Tabi bu zaaflarımızdan dev endüstriler yaratan bir dünya var karşımızda. Beynimizin içine sızan, zihinsel zaaflarımızı çözmüş bir dünya burası. Bizi şekillendiriyor, bize mutluluk ve başarı tanımları dikte ediyor. Gerçekte bize ait olmayan bu mutluluk ve başarı tanımlarıyla kendimizi yargılama tuzağına düşürüyor çoğumuzu. Bu tuzağın çok daha sıkı örülmüş bir mekanizması var romanda. Ben, farkına varmadığımız zaaflarımızın bizi nasıl yönettiğini anlatmaya çalışıyorum hikayemde.
Benim boşluklarıma gelince; dolduğunda beni tamamlamayan boşluklardan kurtulmaya çalışıyorum bir süredir. Dipsiz kuyu gibi doldukça daha fazlasını isteyen boşluklara kanmamaya gayret ediyorum. Onları doyurmak mümkün değil çünkü. Bunlar bedeni çöp gıdalarla beslemek gibi. Sadece açlığı arttırıyor. Gerçek ihtiyaçlarsa tatminsiz kalıyor. Benim boşluğum hepimizde var olan çocuksu bir duygu sanırım, ailesine çizdiği resmi göstermeye çalışan bir çocuğun paylaşma, anlaşılma, kendini ifade etme arzusu. Ben yarım asrı geçen bir süredir bu garip dünyanın ve ülkenin görgü tanığıyım. Bu tanıklığı edebiyat aşkıyla birleştirip hikayelerle paylaşma arzusu benim boşluğum. Hepimiz yaşadığımıza bir tanık arıyoruz ve belki de bu arayış bir kitaba dönüştüğünde içimizdeki boşluk tatmin buluyor.
+ Kitabın başındaki aynaya bakma sahnesi son derece çarpıcı. Kendinize hiç ‘neden pişman değilim?’ diye sorduğunuzda gerçekten cevabınız hazır mıydı?
- Hazır diyemem tabii. Klişe olacak ama üzerinden zaman geçtikten sonra hepimiz biliriz ki en çok hatalarımızdan öğreniyoruz. Ama hata yapmakla kendine ihanet etmek başka şeyler. Kendi potansiyeline, değerlerine ve hayallerine ihanet ettiğinde durum değişir. O zaman gönül yaraları ve pişmanlıklar ortaya çıkıyor. Ben kendi adıma yaptığım aptallıklardan pişman değilim. En sonunda gülüp geçebiliyor insan. Zayıflıklarla yüzleşmek de çok öğretici. Çünkü kibri başka türlü yenmek mümkün değil. Kendimi yetersiz, aptal, zayıf ve acemi gibi hissettiğim anlardan da pişman değilim mesela. Bol hata ama az ihanet olduğu için de hiç pişman değilim. “Keşke kendimi bu duruma düşürmeseydim” demiyorum kendime. Sana bir şey öğrettiyse pişmanlığa değil tecrübeye dönüşüyor hataların neticede. Belki de asıl korkumuz zannettiğimiz kişi olmadığımızla yüzleşmektir. Bu narsistik yaralanmalar yaratabiliyor ve çok can yakıyor tabii. Ama diğer yandan böyle hissetmek içsel sorgulamaları ve gelişim arzunu törpülüyor. İnsan böyle sarsılmadan, yüzleşmeden teselli mekanizmalarını aşamıyor. İnsanda acı çekmekten kaçan ve hep kendisini temize çıkaran otomatik bir dahili mekanizma var. Ama o zaman da donup kalıyor, kendini tekrar edip duruyor.
Romanın kahramanı açılıştaki kendisiyle yüzleşmesini şöyle bitiriyor: “Acı çekmekten değil çektiklerimizin bir anlamı olmamasından korkmalıyız.” Yaşadığın şeyi egonun çarptırmalarına yem etmeden, kendini soyutlayarak izlemeyi başardığında “anlam” hayatında bir yere oturuyor sonuçta. O zaman da pişmanlık yakanı bırakıyor. Romanın henüz yayınlanmamış ikinci cildinde yanılgıların, aldanmanın ve acıların nasıl bir insanı dönüştürdüğünü görecek okur. Bu bir çeşit kötü adamın yarattığı iyi adam teması aslında.