Risk Budur: Sevgiliyle Bienalin Keyfini Çıkarmak

Ya aşkım 80’den fazla sanatçı var, 1500 eser sergilenecek, ben rotamızı şimdiden çıkardım… Harika olacak ya, inanılmaz… Dediğinde beni neyin beklediği konusunda pek bir bilgim yoktu. Bu ne aşkım dedim, 1500 eseri nereye sığdırmışlar? Öff’ledi bana, suratıma sanat sanat kokan nefesi vurdu, cahilliğim bienalin 1501’inci eseri olarak gözünün önüne geldi. Dalga geçiyorsun değil mi? dedi, 14’üncü İstanbul bienalinden bahsettiğimin farkındasın umarım diyerek aslında bilmiyor olsam bile bilmem gerekenleri ipucu olarak verdi. 

Canım dedim, bi tanem tabii ki biliyorum ve seninle biyanelin keyfini çıkarmak için sabırsızlanıyorum… Erkeklerin sanırım en büyük hatası bu, bilmedikleri bir şeyin bilmediklerinin anlaşılmasından deli gibi korkuyorlar. Oysa “ne bienali be?” demiş olsaydım çok daha az hasarla kurtulabilirdim.

Öff biyanel değil, bienal dedi gülyüzlüm. Koy a.ına, nasıl olsa ikisinden de haberim yok… Diyemedim.

İlk gün

Evet bienaldeki ilk günümüze başlıyoruz aşkım dediğinde, bienalin evde baktığım bienal tanımında kaç gün süreceği ile ilgili bir bilgi okumadığımı fark ettim. Gerçi bana ilk söylediğinde rotamızı çıkardım demişti ama ben onu bir gün içerisinde yapacağımız sergi gezme, heykel bakma belki bir iki video, slayt gösterisi izleme, vs. diye düşünmüştüm ama anlaşılan bu bienal çetin geçecekti. Kaç gün gezeceğiz diye bir soru sormaya çekiniyordum, ama bienal de başıma böyle kalmamış mıydı? Tüm cesaretimi topladım ve “aşkım rotamızı kaç güne yaydın?” şeklinde bence çok tatlı bir soru sordum. Caner 30 mekan, 1500’den fazla eser diyorum, sence bunlar bir günde gezilebilir mi? dedi. Bu sorunun retorik olması için o an Allah’a yakardım… Retorikmiş, ama beraberinde hayvan gibi surat yapacağını hiç hesaba katmamıştım.

Kadıköy ilk adres

Kadıköy’den başlamak keyfimi biraz yerine getirdi. Ben sanat galerileri arasında mekik dokuruz zannediyordum, iyi Kadıköy’e gider, 2 sergi bakar ardından bizim Faik’in evine geçip içer sonra da… Diye düşünürken, Kadıköy’ün ardından Büyükada’ya gideceğimizi hiç düşünmemiştim. Kadıköy’de fazla durmadık, bir sanat atölyesini gezdik, Selin her gördüğü şeye boş boş anlamlar yükledi, tuzlu sudan bahsedip durdu, benden yorumlar bekledi, saçmaladım, gariptir ki beğendi. Bir şeyler yemeyelim mi dedim, yemedik, vapuru yakalar, orada simit yeriz dedi. Kesin bu da bir enstalasyon çalışmasının parçasıdır diye düşündüm. Sonra enstalasyonun ne olduğunu bilmediğimi fark ettim. Vapurda 3G yoktu… Şimdi sıçmıştım, ya enstalasyon ne diye sorarsa diye düşünmekten yediğim iki lokma simit boğazıma dizildi.

Raimondo D’Aronco’nun restore ettiği Mizzi Köşkü’ndeyiz…

Raimondo D’Aronco, Nikola Demades, Kaludi Laskaris, William Kentridge, Aran Villar Rojas, Carolyn Christov-Bakargiev, Troçki, vb. isimler arasından sadece Troçki’yi işitmiştim ama kesinlikle emindim ki o Troçki benim bildiğim Troçki olamazdı, bu bienalin ruhuna aykırı olurdu. Ay parçam benden ne dememi bekliyordu, benden bir şey bekliyor muydu bilemiyorum. Canımın için bir yandan “Tuzlu su dünyada en sık rastlanan maddelerden biri. Vücudumuzdaki sodyum da sinir sistemimizi oluşturan en önemli içerenlerden, bir anlamda hayati önem taşıyan bir sistemi çalıştırarak insanları hayatta tutuyor. Tuzlu su aynı zamanda dijital çağın en yıpratıcı maddelerinden biri. Akıllı telefonunuzu tatlı suya düşürürseniz onu kuruttuktan sonra büyük olasılıkla tekrar çalışacaktır, fakat…” diye bir şeyler anlatıyor, ardından “Troçki’nin Türkiye’de geçirdiği dönemden esinlenen William Kentridge’in çok kanallı yeni enstalasyonuna kadar uzanacak” diyor, sonra da Marcos Lutyens’in, deniz otobüsünün içinde yarattığı düşsel ortamı anlatıyordu. Allah için hiçbir şey anlamıyor, baktığım şeylerin bir eser mi yoksa birilerinin oraya buraya bıraktığı şeyler mi olduğunu anlayamıyordum. Hatta bir ara sevdiceğim bana çöp bidonunu gösterip “harika değil mi?” dediğinde, “evet, çöp sorununa gözel gönderme yapmış sanatçı” demiştim. Meğer çöplerin arkasında, denizin ortasındaki eciş bücüş heykelleri işaret ediyormuş. Uzun süre konuşmadı benimle.

Oh nihayet tanıdık bir şeyler “hatırla sevgili”…

Hatırla sevgili dizisinin çekildiği mekana gideceğimizi öğrenince çocuklar gibi sevindim. Gerçi sevgilim bana Çankaya 57 ile Yanaros Köşkü, diğer adıyla Troçki Evi’ne gidiyoruz dedi ama burada hatırla sevgili’nin çekildiğini öğrenince gerisi benim için tamamen boş sözler haline geldi. Bir halı, bir ikili koltuk, iki de berjer, duvarda bir tablo, köşede Meryem Uzerli çizimi… Bu kadar mı dedim sevgilime. Ama beni duymadı, adeta berjerlere dalıp gitmişti… Hasta mısın a.ına koydumun yerinde ya!?” deyip çıkabilirdim, belki de yapmam gereken buydu ama geceyi Büyükada’da geçiririz ve belki bir aksiyon olur diye 5 parça eşya bulunan odayı 2 saat izlemesine ses çıkarmadım. Koltuklardan birine oturma isteğimin reddedilmesine bile bir şey demedim. Son olarak Splendid Palas Oteli’ne gideceğimizi öğrendiğimde resmen içim içime sığmıyordu. Adalarda seks diye bağırdım içimden. Son vapuru yakalamak için koştururken gözlerimde iki damla yaş vardı, rüzgardan dedim.

1001 karede varoluş…

Beyoğlu’nu yürüyerek gezeceğiz aşkım dedi. Dün uçakla mı gezdik bebeğim diyerek ortamı yumuşatmak istedim ama bienal nedense bu kızı acayip germişti. Yanılmıyorsam o da bu olaya check-in yapmak, gitti demek, gördüm demek, vs. için geziyordu. Oysa sanat öğrencisi falan da değildi bu inat niyeydi anlamıyordum. Gerçekten bienal seviyor olabilir miydi? Ben bunu her yıl çekecek miydim?… Bienal iki yılda bir diye kendimi düzelttim ve sanki olaya ısındığımı hissettim. İlk adresimiz olan Arter’e girdik binanın girişinde Giovanni Anselmo’nun mermer bir kütlenin içine yerleştirdiği mıknatıslı işiyle coştuk, ardından birinci katta Christine Taylor Patten’in çizgisel evrim teorisi Mikro/makro 1001 çizim’i ile hülyalara daldık, sonra bir ayakkabı mağazasına gittik.

Ben isteyince yok sen ayakkabı al ama…

Diye çıkıştım. Yahu yemek bile tedirmiyorsun, ama ayakkabı bakacak vaktimiz var öyle mi? diye devam ettim. Ya sus be cahil! diye gürledi, bienalin başından beri ilk defa gerçek yüzünü gösteriyordu sanırım. Mağazada sergi var ona gidiyoruz ama istersen git sen zıkkımlan dedi. Yahu bienal ruhuna yakışıyor mu böyle şeyler diye geçirdim içimden. Sanat insanı mutlu eder, güzelleştirir, huzura kavuşturur, bizimki anneannem gibi zıkkım ye diyor, bu ne s.kim iş dedim. Mağazanın 4. katındaki enstalasyona çıkarken, haas.ktir, enstalasyon ne yine bakmadım sözlüğe dedim içimden. Ama daha az öne zıkkım ye diyen birinin bana enstalasyon soracağını da hiç zannetmiyordum.

9 saat mi yok ebesinin a.ı!!

Özel İtalyan Lisesi’ne film izlemeye giderken sevinçliydim. Hiç anlamadığım şeylere bakmaktansa film izlerim daha iyi diye düşünüyordum. Girmeden şurada bir şeyler yiyelim mi dedi sevgilim, ya çıkınca yeriz şimdi aç değilim ben dedim. Ama aşkım 9 saat böyle oturamam ben deyince, 9 saat mi? Yok ebesinin a.ı dedim. Yemek yerken tek kelime etmedik, ama arkadaş 9 saat nedir ya? 2. saatinde sıkıldı da çıktık Allah’tan… Ya sıkılmasaydı?

Son gün… Heyoo!!

Son günümüzü Galata civarında geçirdik. Galata Özel Rum Okulunda takıldık, Minerva Han’da bulunduk, Vault Karaköy House Hotel’e gittik, Sonra Adahan Otel’e geçtik. Bu kadar çok otel görünce aklıma sevdiğimle bir odada takılıyor olmak ne güzel olurdu düşüncesinin gelmesi kaçınılmaz oldu. Ama bienal seks demek değildi bunu biliyordum. Ağzımı dahi açmadım. Son olarak İstanbul Modern’e gidip bienali tamamladık. Gerçi sevdiceğim bir sürü şeyi göremediği, aslında 5 gün gerektiği konusunda ağlıyordu ama en başta çalışması gereken kafam çalıştı ve aşkım işim var benim, 2 gün daha ayıramam, çok isterim ama mümkün  değil yalanını söyledim. Hayret hak verdi! Grace Schwindt, Ellen Gallagher, Nikita Kadan, Georgia Sagri… Beni affedin diye bağırdı, İstanbul Modern’in kafesinde. Bir an millet alkışlar mı acaba diye baktım ama kimsenin takati yoktu.

Ne anladık?

Hafta sonu sevgilimle buluştuk, artık tek düşüncem Salih’in evine gidip özel zaman geçirmekti. Bienalin bünyemde bıraktığı yorgunluğu atmış, yenilenmiş ve umut dolmuştum. Sevgilimle Taksim’de buluştuk, önce bir çay içtik, Salih’in evi boş dedim. Ne istiyorum biliyor musun dedi, aha dedim o da sevişmek istiyor kesin. Bugün Fabio Mauri’yi konuşalım dedi. Onun Art Nouveau tarzını anlatmak istiyorum deli gibi dedi. Belki de Ana Prvacki ve onun minik erotik ama feminist bestesi üzerine bir güzelleme bile yapabilirim… Evet, bunu yapabileceğimi hissediyorum dedi.

S.kmişim Anton'u!

Eve döndüğümde çok kötü hissediyordum. Sevgilimle buluşmamdan aklımda kalan son şey, “ya Santiago’yu da s.keyim, Wael’i de s.keyim, seni de s.keyim be!!” diye bağırışımdı. İnternete girdim Camondo ailesinin hayatına tıkladım, Anton Vidokle’ye baktım… Anton’u da s.keyim deyip uyudum.

Popüler İçerikler

"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
Tolunay Kafkas, "El Sıkmama" Olayına Müdahil Oldu: Hedefinde Volkan Demirel Var