Mağazada televizyonu çok beğenen bir beyefendi, müşteri temsilcisine sorar:
-Acaba bu Çin mi yoksa Japon Sony’si mi?
-(Müşteri Temsilcisi) Efendim bildiğiniz üzere Sony bir Japon markası ama Çin’de aynı kalite standartları ile üretim gerçekleştiriyor.
-Yok, Çin malları kalitesiz oluyor.
Kahve makinesi almaya giden iki kişi aralarında konuşur:
-Makine güzele benziyor ama bu markayı daha önce hiç duymamıştım…
-(Arkadaş) Alman malıymış sağlamdır.
-Evet, bence de alalım.
Bu tür söylemleri son on yıla kadar oldukça sık duyduk. Doğuştan küresel (born global) olarak adlandırılan firmaların ortaya çıkması ile birlikte bu söylemlerin sıklığı azalsa da hâlâ duymaya devam ediyoruz. Dışarıdan gelen uyarıcıların zihinsel süreçlerden geçerek anlamlı deneyimlere çevrilmesini ifade eden algı aslında tüm hayata bakışımızı şekillendiriyor. Ancak bu yazıda sadece tüketim alışkanlıklarımıza olan etkisine değineceğiz. Algının tüketim alışkanlıklarına olan etkisi “insanlar rasyonel değil duyguları ile hareket ederler” söylemini bir kez daha doğrularken bunun bilincinde olan firmalar da tüketici algısını yönetmek için çeşitli stratejiler belirliyor, uygulamalar gerçekleştiriyor. Tüketici algısını etkileyen ve firmaların bu amaçla pazarlama stratejilerine entegre ettikleri temalara baktığımızda ülke imajlarının oldukça ön planda olduğu görülüyor.
Dünya üzerinde tarihsel olarak olumlu imaja sahip ülke firmaları arasında küresel marka haline gelememiş olanlar bile ülkelerinin pozitif imajı sayesinde tüketici nezdinde son derece olumlu izlenim yaratabiliyor ve bu durum firmalara uzun dönemde müşteri kazandırabiliyor. Kısacası ülke imajı firmalar için bir tür bedava reklam anlamına geliyor. Popüler İtalyan hayat tarzı, sağlam Alman ürünü, yüksek Japon teknolojisi...