Cevap, Post-Dijital Çağ Yetkinliklerinde saklı. Dijital olan, artık ayrı bir “beceri” alanı, öğrenilmesi gereken bir dış araçlar seti olmaktan çıkıp, var oluşumuzun arka plan rutini, zihnimizin uzantısı, bedenimizin yeni organı haline geldi. Şimdi asıl mesele, bu dijital dokuyu, insanlığın kadim değerleriyle, derin yaratıcılıkla, felsefi sorgulamayla ve estetik duyarlılıkla nasıl harmanlayacağımız, onu nasıl anlamlı kılacağımızdır. Post-dijital yetkinlik, teknolojiyi kullanmanın çok ötesinde, onunla bir sinerji, bir diyalog, hatta bir aşkınlık ilişkisi kurmayı; onu, insanlığın hizmetinde bilge, şefkatli ve etik bir ortak, yaratıcılığın hizmetkarı haline getirmeyi gerektiriyor. Bu, yapay zekâdan bir resim yaptırmak değil, yapay zekânın sanat anlayışının sınırlarını ve önyargılarını felsefi bir titizlikle sorgulamaktır; bu, daha fazla veri toplayıp istatistik üretmek değil, verinin soğuk sayılarının ardındaki insan sıcaklığını, acıyı, umudu görebilmek ve ona dokunabilmektir.
Nihayet, tüm bu katmanların üzerine inşa edilmesi gereken en üst, en nihai ve en insani katman ise Gelecek Okuryazarlığıdır. UNESCO’nun da üzerinde çalıştığı bu derin ve kapsamlı kavram, geleceği pasif bir şekilde “tahmin etme” ya da “bekleme” eyleminden kökten kopararak, onu aktif, yaratıcı ve sorumlu bir şekilde “hayal etme”, “tasarımlama”, “kurgulama” ve nihayet “inşa etme” kapasitesi ve cesareti olarak tanımlar. Gelecek okuryazarı bir birey, trend raporlarını ezberlemez; onları eleştirel bir gözle yorumlar, çoklu ve alternatif senaryolar kurar, bu senaryoların etik ve ekolojik sonuçlarını tartar ve nihayet, arzu edilen, daha adil, daha güzel ve daha sürdürülebilir bir gelecek için, bugünden, şu andan, somut sorumluluk alır. Bu, sıradan bir beceri setinden ziyade köklü bir zihniyet dönüşümü, bir var olma biçimi, geleceği korkulacak bir bilinmezlik değil, birlikte şekillendirebileceğimiz bir hamur, üzerine sevgiyle eğilebileceğimiz bir sanat eseri olarak görmenin bilgeliğidir.
Öyleyse, eğitim camiasının kıymetli aktörleri, kurumların vizyoner liderleri ve çocuklarının ufkunu gerçekten önemseyen ebeveynler olarak kendimize dönüp cesurca sormalıyız: Çocuklarımıza, yalnızca mevcut sistemin içinde uyum sağlayacak, testleri geçecek, var olan mesleklere hazırlanacak dar becerileri mi öğretiyoruz; yoksa onları, henüz yazılmamış olan senaryoları yazacak, henüz kurulmamış olan şehirleri kuracak, henüz adı konmamış sorunlara çözümler üretecek, kısacası henüz var olmayan bir dünyanın mimarları olacak geleceğin okuryazarları olarak mı yetiştiriyoruz? Onlara verdiğimiz, imzalayıp teslim ettiğimiz o karneler, yalnızca geçmiş performansın kuru ve statik bir kaydı, bir arşiv belgesi mi; yoksa içinde “sistem düşüncesi”, “belirsizlikle yapıcı başa çıkma”, “etik algoritmik duyarlılık”, “yaratıcı inşa” ve “öngörülü sorumluluk” gibi başlıkların altında, bir insanın geleceğe dönük potansiyelini işaret eden, dinamik ve yaşayan bir yol haritası, bir gelecek pusulası mı?
İçinden geçtiğimiz çağ, “21. Yüzyıl Becerileri”nin rahat ve nostaljik sınırlarından sıyrılıp, Gelecek Okuryazarlığı’nın o uçsuz bucaksız, sorumlu ve cesur ufkuna doğru yelken açmanın, zihinsel bir göçün tam zamanıdır. Zira gelecek, sadece kaçınılmaz bir şekilde gelmekle kalmaz; onu derinlemesine okuyabilene, onun dilini anlayabilene, onunla diyaloğa girebilene ve onu en güzel, en insani biçimde yazma iradesini gösterebilene, en kıymetli sayfalarını, en parlak olasılıklarını cömertçe sunarak, samimi bir tebessümle gülümser. Bu yazı, bir vedadan ziyade bir uyanış çağrısı, dünün dilinde ısrar edenler için bir ağıt değil, yarının okuryazarlarını yetiştirmek isteyen herkes için, geleceğin şafağında yazılmış davetiyenin ta kendisidir. Ve bu davete icabet etmek, artık bir tercihten öte, insan olmanın, bu gezegende bilinçli bir iz bırakmanın en temel, en asli sorumluluğudur.
Zira insanlığın en büyük trajedisi, geleceği okuyamamak değil, onu yazma iradesini kaybetmiş olmaktır.