“Halkın sesi olmak”, “elitlere karşı savaşmak”, “ülkenin gerçek sahipleri”ni korumak... Bu ifadeler artık yalnızca seçim sloganları değil; siyaset dilinin, ritminin ve kurumlarla ilişkimizin bir parçası. Popülizmin merkezinde ise şu iddia yatıyor: “Yeter söz milletin.” Ama asıl mesele şu — o millet kim?
Popülizmi diğer siyaset tarzlarından ayıran şey, siyaseti bir çıkar çatışması değil, bir ahlak mücadelesi olarak anlatmasıdır. Popülist lider, kendisini “ahlâken saf halkın tek gerçek temsilcisi” olarak konumlandırır; karşısındakileri ise “yozlaşmış elitler” diye tanımlar. Burada “halk” zaten var olan bir topluluk değil, liderin diliyle inşa edilen bir kimliktir. “Biz” dediği anda bir “onlar” da belirir: medya, muhalefet, akademi, göçmenler ya da dış güçler. Böylece siyaset bir tercihler alanı olmaktan çıkar, ahlaki bir sınav hâline gelir.
Peki bu anlatı neden tam da bugün bu kadar güçlü?
Küreselleşme, şehirleşme ve dijitalleşme yalnızca ekonomiyi değil, gündelik hayatın temposunu da değiştirdi. Bu dönüşümden kendini dışarıda hisseden kesimler, “bizim bildiğimiz düzen elden gidiyor” duygusuna kapıldı. Popülist söylem bu kırgınlığı sahiplendi, ona net bir hikâye verdi: “Yeter söz milletin” denildiğinde, aslında kaybolan bir bütünlüğü yeniden kurma vaadi işitiliyor.
Ekonomik tablo da bu duyguyu pekiştiriyor. 2008 krizi, pandemi ve ardından gelen enflasyon dalgaları sadece gelirleri değil, güven duygusunu da sarstı. Orta sınıf güvencesizleşti; “sistem çalışıyor ama bizim için değil” algısı yaygınlaştı. Popülist lider bu noktada devreye giriyor: karmaşık sorunlara teknik çözümler değil, onur, görünürlük ve adalet vaat ediyor. Halkın gözünde “düzene çomak sokan” kişi, sistemi gerçekten anlayan kişi hâline geliyor.
Bir başka faktör ise dijital çağın siyaset dili. Sosyal medya algoritmaları kısa, duygusal ve kutuplaştırıcı mesajları ödüllendiriyor. Nüanslı analizlerin değil, keskin cümlelerin çağı bu. Popülist liderler bu ortamda ustalaşmış durumda: gündemi onlar belirliyor, tartışmayı onlar çerçeveliyor. Dahası, partilere ve medyaya güven azaldıkça “düzeni tamir etmektense sarsmak” fikri daha cezbedici geliyor. Demokrasi sabırsızlığa yenik düşüyor; güçlü lider, hız ve kesinlik vaat ettiği ölçüde değer kazanıyor.