‘Piyanist’ Filmiyle Tanıdığımız Dünyaca Ünlü Yönetmen Roman Polanski’nin Tüyler Ürpertici Hayat Öyküsü

'En İyi Yönetmen Oscarı' dahil birçok dalda ödül almış olan Polonya asıllı dünyaca ünlü yönetmen Roman Polanski'nin hayatı, en az filmleri kadar ilgi çekici. Öyle ki, 2019'un ağustos ayında vizyona girmesi planlanan Quentin Tarantino filmi Once Upon A Time In Hollywood'da, Roman Polanski'nin trajik hayat hikâyesinden esinlenilmiş. İşte tüyler ürpertici detaylarıyla Roman Polanski'nin hayatı.

Roman Polanski'nin sinema kariyeri ne kadar başarılıysa kişisel yaşamı da o denli tartışılır bir durumda.

Özellikle son yıllarda kendisine açılan taciz davasıyla en çok tartışılan isimlerden biri oldu Polanski. Üstelik bu, hakkında açılan ilk taciz davası da değildi; daha önce iki kez daha bu tür davalarla gündeme gelmişti. Cinsel istismar suçundan hapse de girmiş olan Ünlü Yönetmen'in geçmişi de, en az bugünü kadar tüyler ürpertici detaylarla dolu.

Yahudi asıllı Polanski'nin trajedisi, 1940 yılında patlak veren Nazi işgali nedeniyle tüm ailesinin Nazi toplama kampına gönderilmesiyle başlar.

Ailesinin Nazi toplama kamplarına gönderilmesinden hemen önce, babası Roman Polanski’yi katolik bir aileye emanet ederek hayatını kurtarır. Savaş boyunca Almanlardan kaçarak kiliseye bağlı evlerde hayatını sürdürmeye çalışır. Annesinin Auschwitz toplama kampında hayatını kaybetmesinin ardından, kamptan sağ çıkmayı başaran babasıyla hayatına devam etmeye başlar.

Bu süreçte dünyanın en ünlü sinema okulu olan Lodz Film Okulu’nda yönetmenlik eğitimi almaya başlar.

Lodz Film Okulu’nda öğrenciliği boyunca birçok kısa ve uzun metrajlı film denemeleri olur.  Two Men and a Wardrobe (İki Adam ve Gardrob), The Fat and the Lean (Şişko ve Sıska) gibi kısa filmlerle kara mizah tarzı farklı bir bakış açısına sahip olduğunu kanıtlar. Asıl tanınması ise, Knife in The Water (Suda Bıçak) isimli filmiyle olur. Bu filmi farklı kılan ise, savaş sonrası Polonya’da çekilen filmler içerisinde, savaş temasını işlemeyen tek film oluşudur.

Polanski kısa süre içinde rüştünü ispatlayarak, hızla yükselmeye başlar.

İngiltere’de çektiği Repulsion (Tiksinti) filmi ile Berlin Film Festivali'nden Gümüş Ayı ödülünü ve Cul-De-Sac (Çıkmaz Sokak) isimli filmi ile de yine aynı festivalden Altın Ayı ödülünü alır. Çektiği başarılı filmlerle 1968 yılında Hollywood’a kadar giden Roman Polanski, burada çektiği Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği) isimli gerilim filmi ile adını tüm dünyaya duyurmayı başarır.

Hayatının aşkıyla tanışan Polanski, trajedilerden en büyüğünü yaşayacağından habersizdir.

Roman Polanski, Korkusuz Vampir Avcıları filmi için oyuncu ararken, gittiği gece kulüplerinden birinde Sharon Tate ile tanışır. Çok güzel bir kız olan Sharon, bu güzelliği sayesinde birçok yarışmada birinci olmuştur ve dikkatleri üzerinde toplamayı başarmıştır. Sharon yalnızca bu rolü kapmakla kalmaz aynı zamanda Polanski'nin de kalbini çalar. Film bittiğinde ise Polanski, Sharon’a aşık olduğunu itiraf eder.

Sevgili olan çift, 1967 yılında Amerika’ya döner.

Sharon yeni bir film çevirecek, Polanski ise ünlü Rosemary’nin Bebeği‘ni çekecekti. Bu filmde Sharon’ın da kısa bir rolü vardı. Ayrıca film çekiminde yönetmene büyük yardımı oldu. Çift, 1967 yazında İngiltere’ye döndüler. Bütün İngiliz basını peşlerindeydi. Playboy dergisi 1967’yi Sharon Tate yılı ilan etmişti.

1968 yılının başında İngiltere’de evlendiler ve Polanski’nin Londra’daki evine taşındılar.

Karı-koca, sanatçılardan oluşan geniş dost çevreleriyle bu şehirde iyi vakit geçiriyorlardı. Aynı yılın sonunda Sharon hamile kaldı ve 20 Temmuz 1969’da Amerika’ya döndü. Polanski ise 12 Ağustos’ta gelecekti. Bebeğin o günlerde doğacağı hesaplanmıştı.

Ne yazık ki hiçbir şey planladıkları gibi olmayacak ve Sharon korkunç bir cinayete kurban gidecekti.

9 Ağustos 1969 günü Sharon’ın yakın dostları akşam yemeği sonrası Beverly Hills’teki eve geldiler. Bunlar, Hollywood’un ünlü kuaförü ve bir ara Sharon’la nişanlanan Jay Sebring, Folger Kahveleri’nin sahibi Folger ailesinin sosyalist-aktivist kızları Abigail Folger ve onun arkadaşı aktör yazar Voytek Frykowski idi. Ertesi sabah gelen hizmetçinin karşılaştığı manzara tanımlanamayacak kadar korkunçtu. Her yer, halılar, eşyalar, koltuklar, duvarlar kan içindeydi. En rahatsız edici manzara ise, sonradan Sharon Tate’e ait olduğu anlaşılan kanla duvara yazılmış “Domuz” yazısıydı.

Maktuller tabanca ile vurularak öldürülmüşlerdi ama vücutlarında çok sayıda bıçak darbeleri de vardı.

Sharon Tate’in vücudunda 16 bıçak yarası saptandı. Boynuna uzun bir ip bağlanmıştı. Sebring tabancayla vurulmuştu. Folger ise 51 kere bıçaklanmıştı. Frykovski ise hem bıçaklanmış hem de ağır bir şeyle vurularak dövülmüştü. Folger ve Frykovski’nin cesetleri bahçede, evin hemen dışındaydı. Bu da onların kaçmaya çalışırken yakalanıp öldürüldüklerini gösteriyordu. Evin bütün alarm bağlantıları ve telefon hatları kesilmişti.

Cinayetler, Roman Polanski’yi büyük bir psikolojik çöküntüye soktu.

Katiller yakalanana kadar paranoyak bir halde yaşadı. Yıllar sonra yazacağı biyografisinde, Tate’in ölümü ile, hiçbir dini inancının kalmadığını belirtecekti. O sırada başına gelen en iyi şey ise, olay sırasında Londra’da olmasıydı.

Araba hırsızlığı nedeniyle hapse girmiş bir kadın, Sharon Tate cinayetine ilişkin, koğuştaki arkadaşlarına bazı şeyler anlatmış ve bununla övünmüştü.

Susan Atkins adındaki bu kadının derhal ifadesi alındı ve cinayetin bir tarikatın işi olduğu ortaya çıktı. Susan Atkins de bu tarikatın üyesiydi ve Beverly Hills’teki cinayeti bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu. Sharon’ı ve karnındaki bebeğini öldüren oydu. Cinayetleri dört kişi birlikte işlemişlerdi. Çetenin reisi ise Charles Manson adında bir psikopattı.

Polanski'nin hayatı gitgide kötüleşiyordu.

Eşinin ölümü üzerine bir süre sinemaya ara veren yönetmen, 1974 yılında Chinatown (Çin Mahallesi) isimli filmi ile tekrar dönüş yaptı. Ancak 1977 yılında 13 yaşında reşit olmayan bir kızla ilişkiye girmekten dolayı hakkında tutuklama kararı verildi. Bunun üzerine Amerika'dan kaçan Polanski, Paris'e yerleşerek Fransız vatandaşlığına geçti. 1979 yılında başrolünde Nastassja Kinski‘nin rol aldığı “Tess” adlı filmi çekti. 3 saati aşan uzunluğu ile büyük bir bütçeyle çekilen film Polanski’ye 3 Oscar ve birçok ödül kazandırdı.

1986 yılında “Pirates”, 1987‘de Harrison Ford‘un başrolünde oynadığı gerilim filmi “Frantic” adlı filmleri çekti.

api.culture.pl

Yönetmenlik hayatına “Bitter Moon“(1992) ve “Death and Maiden“(1994) filmleriyle devam etti. 1999 yılında başrolünde eşi Emanuelle Siegner ve Johnny Depp‘in yer aldığı “Ninth Gate” adlı filmi yönetti. 2002 yılında ise kendi hayat öyküsünden esinlenerek yazdığı, başrolünde Adrien Brody‘nin oynadığı “The Pianist” ile 3 Oscar, 2 BAFTA ve Palme d’Or ödüllerini aldı. Amerika’ya girişi yasak olduğu için “En İyi Yönetmen” ödülünü onun adına Harrison Ford aldı. 2.Dünya Savaşı’nda Varşova’yı anlatan film türünün en önemli filmlerinden biri oldu ve çok ses getirdi.

2019'un ağustos ayında vizyona girmesi planlanan Once Upon A Time In Hollywood'da Polanski'nin bu trajik hayat öyküsünden esinlenildi.

1969 yazında Los Angeles'ta geçen filmde, hit bir dizide oynamış bir erkek TV aktörünün film sektörüne girmeye çalışması anlatılıyor. Sharon Tate'in ve dört arkadaşının Charles Manson'un müritleri tarafından işlenen korkunç cinayeti ise filmde geri plandaki hikâyeyi oluşturuyor.

Popüler İçerikler

Fenerbahçe Teknik Direktörü Jose Mourinho ile İlgili İspanya'dan Transfer İddiası Var
Galatasaray'ın Yıldızı Osimhen İçin Fenerbahçe Napoli ile Temasa Geçti
Yeni Sezonda TV Ekranları Fena Karıştı: 5 Dizinin Ertelendiği Sezonda 6 Dizi Şimdiden Final Yaptı!
YORUMLAR
12.07.2018

yasamis oldugu trajediler yaptiklarini hakli çikartmiyor

12.07.2018

Dünyanın en iyi yönetmenlerinden birisin, paran, şöhretin her şeyin var, amaç çapkınlık olsa istesen her gün ayrı bir kadınla birlikte olabilirsin, kimse de hayatına karışamaz, o kadar acının üstüne 13 yaşındaki çocukla ne işin olur.? Hadi Polanski yaptı suçlu bir ülke başka bir ülkenin suçunu yok sayıyor nasıl bir dünya hukuku bu... Filmleri yönetmenliği çok iyi olsa da hapis yatıp hayatına devam etse daha adil olurdu

13.07.2018

Üzücü ve herkesin içinden çıkabileceği bir hayatı yokmuş. Piyanist gibi bir baş yapıtı bizlere kazandırdığı için önünde saygıyla eğiliyorum. Hafızalardan çıkmayan o diyalog; - Lütfen ateş etmeyin, ben polonyalıyım. + O zaman neden Alman paltosu giyiyorsun? - Çünkü üşüyorum.

TÜM YORUMLARI OKU (14)