En yakınımız, biriciğimiz, vakit geçirdiğimiz, tanış olduğumuz ya da uzaktan bildiğimiz, sesini, sözünü, kalemini, fırçasını, aklını, yeteneğini takdir ettiğimiz, zamanlı veya beklenmedik şekilde göç etmiş olan kim olursa olsun, insan önce kendine üzülüyor.
• ‘Keşke’ler giriyor devreye. “Keşke” diyor insan, “Daha çok vakit geçirseydim.” “Keşke daha sık arayıp, hatırını sorsaydım.” “Keşke barışmak için aradığında, onu terslemeseydim.” “Keşke onu daha yakından tanısaydım.” “Keşke fikirlerine / eserlerine sahip çıksaydım.” “Keşke değerini bilseydim.” … Utanç, suçluluk duygusu, karmakarışık hisler… Öyle çok uzar ki bu örnekler…
• Düştüğün yoksunluk hissi, ‘onsuzluk’la başa çıkamama korkusu, eksiklik/yalnızlık/çaresizlik/mahrumiyet duyguları ve “daha yapacaklarımız vardı, şimdi kimle…?” soruları içinde boğuluyoruz. Ağır bir hasretin altında eziliyoruz. Ölüm gidene değil, kalana acı veriyor!
• Her göç ediş, bize kendi ölümümüzü hatırlatıyor! Yaşam sonrasının bilinmez esrarı ve bunun kaçınılmaz olması, ‘kalan zaman’ mefhumu tüylerimizi ürpertiyor. Her ölüm haberi, Azrail’in muzipçe göz kırpması gibi geliyor insana.
Ez cümle; ölenin ardından üzülmek tamamen egosantrik bir durum, fikrimce. Biz gidene üzüldüğümüzü sanırken, aslında bilinçaltımız gene çok ince hesapların peşinde, bizi içimize içimize ağlatıyor. Oysa her şey olması gerektiği şekilde olageliyor. Belki de DÖNGÜyü olduğu haliyle kabullenmek; bilinç düzeyinin standardın üzerinde olduğuna ikna olduğumuz bazı büyüklerimizin ve bizzat yeni boyutlara açılan koridorlardan geçmeyi tercih etmiş olan İlhan İrem’in anlatmaya çalıştığı gibi; ruhun kâinatta tek bir amaç, ‘tekâmül’ uğruna dolaşmakta olduğunu kabul etmek; bazı eski kültürlerdeki gibi, öleni daha iyi bir boyuta geçtiği için şenliklerle, neşe ile uğurlamak hepimize iyi gelecek. Gidene de kalana da. Sizce mümkün mü?
Yazınız çok etkileyici olmuş, kaleminize sağlık. İlhan İrem gerçekten çok özel bir ruhtu; gittiği yerde mutlu olsun😔