Bilim insanlarımız neden yurt dışında çalışıyor da Türkiye'de üniversitelerde çalışmıyor diye kendi kendimize sorar dururuz. Bu düşüncelerin arasına kıymetli bir bilim insanımız için 'özür' ilişitirmemiz gerekiyor.
Bilim insanlarımız neden yurt dışında çalışıyor da Türkiye'de üniversitelerde çalışmıyor diye kendi kendimize sorar dururuz. Bu düşüncelerin arasına kıymetli bir bilim insanımız için 'özür' ilişitirmemiz gerekiyor.
Daha lise yıllarında öylesine başarılı bir öğrenciydi ki liseden mezun olduğunda öğretmenleri arasında geçen bir sohbette onun başarısının diğer bir öğrenciyle kıyaslanması söz konusu olur.
Fransız öğretmeni bu kıyaslamayı yaparken bir köy öğretmeniyle ordinaryüs profesör benzetmesini kullanır. Onun başarısına en yakın sınıf arkadaşı bir ordinaryüs seviyesinde olan Gürsey'in yanında ancak bir köy öğretmeni olabilirdi.
39 Feza Gürsey, zamanının bütün Galatasaray Liselilerini ve yerli yabancı kıymetli hocalarını etkilemiş bir talebe idi. Ortaokul üçüncü sınıfta, akşam etüdünde, bakardık, Feza bir köşede Proust'un 'Yitik Zamanı Araştırırken' adlı felsefi hikâyelerini okuyor veya Cézanne'ın röprodüksüyonlarını inceliyor. Fransız hocalarımız büyük teneffüslerde onu muallimler odasına çağırır sohbet ederlerdi...
Sınıf arkadaşı onun 'çocukluk' yıllarını böyle tanımlıyordu.
İstanbul Üniversitesi’nde asistanlığa başlasa da ABD'nin en önemli fizik laboratuvarlarından Brookehaven Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı'ndan gelen teklifle 1957-1961 yıllarını burada araştırmalar yaparak geçirir. Bu yıllarda fizik alanına yönelir ve tüm dünyada ses getiren makaleler kaleme alır.
Hatta bir sonraki adımda Princeton'da çalışmalarını yürütmek ister, bunun için Nobel Ödüllü fizikçi Wolfgang Pauli'den ona referans olmasını ister fakat alçakgönüllülüğü Pauli tarafından pek hoş karşılanmaz.
Pauli, Gürsey'e şöyle yanıt verir: “Seni Princeton’a tavsiye edebilir miyim diye düşünmüyorum. Aksine Princeton'ı sana tavsiye edebilir miyim diye düşünüyorum.'
Bu çalışmaları neticesinde de 1968’de TÜBİTAK Bilim Ödülü’ne layık görüldü lakin aynı zamanda yarı zamanlı olarak Yale Üniversitesi’nde de çalışmalarına devam ederken ODTÜ'den ayrılma kararı alır.
Bunun ABD'de çalışmalarını yürütmek için olduğu, Türkiye'de yeterli imkanlar olmadığı için yapılmadığı düşünülür, bir konuşmasında ayrılma gerekçesini açıkça ifade eder: 'Birincisi sık sık ve ücretli izinli olarak dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmam ve bu bilimsel alışverişe öğrencilerimi de katmam. İkincisi Türkiye’mizin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde bir araştırma yaparak gençliğe zararlı bir örnek olmam.'
Hatta ayrılışından birkaç yıl geçmeden, 1977’de ünlü fizikçi Sheldon Glashow ile yaptığı çalışmanın ardından dünyanın en prestijli ödüllerden birini, Oppenheimer Ödülü’nü alır. Yapacağı çalışmalar sona erdikten ve emekli olduktan sonra 1991 yılında Türkiye'ye dönmeye ve tecrübelerini paylaşmaya karar verir.
Boğaziçi Üniversitesi, onun bilimsel faaliyetleri için Türkiye'deki durağı olacaktır fakat kanser teşhisi koyulduktan sonra, 13 Nisan 1992'de yaşamını yitirir.
“Bilimsel çalışmaları hem büyük bir orjinallik ve zarafet hem de entelektüel cesaret örnekleriydi. Hayatının sonuna dek uğraşılabilecek en zor problemleri ele alıp hiç girilmemiş alanlarda ardından gelenler için tohumlar ekti.
Bilim adamı kişiliği bir yana Schubert’ten Dede Efendi’nin müziğine, Goethe’den Yunus Emre’nin şiirlerine, Proust’un kitaplarından Van Gogh’un resimlerine dek her alanda sohbet edebileceğiniz derin bir insandı.”
Bilimsel teorilerin hayatımıza temas eden yönlerinin ilgi çekici ve akılda kalıcı biçimde örneklendiği bu bilim merkezi açıldığı yıldan bu yana hiçbir değişikliğe uğramadan, daha iyi işleyebilmesi ve yaygınlaşabilmesi için bir çalışma yapılmadan yerinde durur. Bu, ona borçlu olduğumuz özürün sadece küçük bir kısmı.
1983 yılında Gürsey anısına bir araştırma enstitüsü kurulur, teorik fizik için Türkiye'deki en önemli çalışmaların yapıldığı yer olarak. Genç bilim insanlarının kuramsal çalışmalar için ilgi gösterdiği enstitünün kaderi başarıya olan yaklaşımımızı özetler niteliktedir.
2011 yılında TÜBİTAK bu enstitünün özerkliğini kaldırır ve Bilişim ve Bilgi Güvenliği İleri Araştırmalar Merkezi'ne bağlanır. O yıllarda bütçe fazlası veren TÜBİTAK Gürsey'in anısına kurulan, dünya çapında çalışmalara sahne olan bu enstitüden tasarruf yapmayı yeğler. Enstitü küçük çaplı olarak bugün Boğaziçi Üniversitesi'nde faaliyet gösterse de eski yetkinliği çoktan yitirilir.
Hakikaten, bilime, araştırmaya, sanata verdiğimiz değeri düşününce büyük bir özür borcumuz var bu kıymetli bilim insanımıza.
Ne demişti Gürsey, hatırlayalım:
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Bilim insanlarını unutan milletleri tarih de unutur.”
Karmakarışık duygular. Bir yanda bilime, teknolojiye yön verecek derecede bireylere ve potansiyele sahip olmamız. Diğer yanda soğan, patates, tanzim, terör, siyaset, rant vs. vs. Bazen düşünüyorum da içten ve dıştan bu kadar müdahale ve çabaya rağmen nasıl oluyor da hala ayaktayız aklım almıyor. Ekonomiden, siyasetten, gelecek kaygısından, terörden, cehaletten kafayı kaldırıp gelişime odaklanamıyoruz. Yapabileceğimiz çok fazla şey var ama hala oy saymakla, belli bir kesime insan olmanın temel erdemleri olan ahlakı, hakkı, hukuku, adaleti anlatmakla uğraşıyoruz ve bunu dile kolay 17 senedir yapıyoruz.
Deve sidiğiyle ilgilenmezseniz olacağı budur. Deve sidiğini inceleyecektiniz. Cahiller. Zır cahiller!!!.. (!)
Nitekim, yurtdışındakı insanlara yeşilçam filmleri seyrettirirmiş. Gürsey, Sinanoğlu, Arf hey gidi ne kadar güzel üçgen ...