Ölümü Yenen Ölümlü Sisyphos: Anlamsızlığın İçinde Anlam Bulabildiğimiz Bir Hayatta Görüşmek Üzere…

Sisyphos, Tanrıları kızdırması sonucunda bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılır. Doruğa her yaklaştığında kaya elinden kaçmakta ve Sisyphos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. 

Sisyphos kayanın her defasında düşeceğini bile bile kayayı taşımaya devam etti. Peki neden? 

Albert Camus bu konuyla ilgili “İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır.” der. Anlam bulmak zihnimizin bir ürünüyse, anlamsızlık zihnimizin yarattığı bir hapishane değil midir?

Bir mucize oldu ve anlamsızlıklarla dolu hayatınız değişti. Değişimi nasıl anlardınız?

Bu soruya verilen cevap genelde, “Daha mutlu olurdum.” oluyor. “Peki sizde neler değişirdi ya da neyi farklı yapıyor olurdunuz?” dendiğinde “Mutlu olduğum için hayatım daha anlamlı olurdu.” şeklinde cevaplar alınıyor. 

Burada kaçırdığımız nokta, bazen duygularımıza göre davranışlarımızı belirliyoruz. Evet, duygular davranışları etkiler. Ancak davranışlarda yapılan değişiklikler de duygu ve hayata bakışımızı etkiler. Harekete geçmeden ve kendimizde değişiklik yapmadan hayatımızın anlamını bulmayı bekliyoruz. Etrafımızdaki hiçbir şey sabit değil. Vücudumuzdaki hücreler bile sürekli değişim halindeyken bizi zamanın dışına iten ve hayatımızı anlamsızlaştıran eylemsizliğin itici gücü içerisinde sürüklenip duruyoruz. 

Sisyphos sonucunda ne olacağını bilse bile kayayı taşımaya devam etti. Pes etmiyor oluşu sonuca odaklanmak yerine sürece yüklediği umut ve anlam açısından önemli olsa da burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. Sürekli aynı eylemi yapıp farklı bir sonuç beklemek ne kadar sağlıklıydı? 

İdeal beklenti ve gerçek arasındaki uçurum    

İdeal beklentiler ve gerçekte ulaşabileceklerimiz arasındaki fark ne kadar fazlaysa, hayat o kadar anlamsızlaşır ve hayal kırıklığı yaşarız. Beklentilerin potansiyelimiz ve içinde bulunduğumuz yaşam şartlarına göre belirleniyor olması çok daha sağlıklıdır. Bunu bir örnekle açıklayalım: “İleride başarılı bir akademisyen olmak istiyorum.” diyen biri olsun. Ancak bunun zor olduğundan yakınıyor ve sürekli başarıya ulaşması için yapması gereken şeyleri erteliyor. Ancak bir yandan da çevresi tarafından başarılı görünmek ve hedefine ulaşmak için sürekli sorumluluk alıyor. Sorumlulukların artması erteleme davranışını arttırırken, işler yarım kalıyor ve zihnindeki o başarılı akademisyen olma fikrinden de git gide uzaklaştığı için hayatı anlamsız hale geliyor. Peki, buradaki sorun nedir?

Hızlı bir şekilde sonuca ulaşma isteğinin yarattığı stres, şimdiye dair davranışsal adımlar atmamıza engel oluyor. Umudu besleyen ve hayatı anlamlı kılan, süreçten zevk almak ve süreçteki başarıyı görmek olmalıyken, sonuca dair beslediğimiz umut süreci tüketiyor. 

Sonuca ulaşmak ve ölüm fikri bizi bu kadar korkutuyorken, sonuca ulaşmaya dair umudumuz fazlasıyla paradoksal değil mi? Sanırım hayattan silinip gitme fikri bizi o kadar çok korkutuyor ki, daha büyük ve yankı uyandıracak hedefler umudumuz oluyor. Ancak bütünü ararken, parçadan git gide uzaklaşıyoruz. Belki yapbozun bütününe ulaşamayacağız. Ancak parçaları tamamlamaya çalışmak da hayatta bir iz bırakmak değil midir?

Instagram

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Popüler İçerikler

Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?
HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu