Bir kız çocuğu doğduğunda ona ne öğretiliyor? Güzel ol, uyumlu ol, çok ses çıkarma… Ama bir noktada bazıları bu kalıpları yırtıp atıyor. Fakat özgürleşmek yerine, başka bir zindana giriyorlar: Erkek gibi olmak zorunda hissediyorlar ve büyüdükçe şunu fark ediyorlar: “Duygularınla hareket edersen güçsüz sayılırsın. Nazik olursan ezilirsin. Şefkat gösterirsen ciddiye alınmazsın.” Ve böylece içindeki kadınlığı susturuyor, güçlenmek adına kendi doğasından kopuyor.
Bazı kadınlar, kadın olmanın “değer” getirmediğini düşünüyor. Çünkü etraflarındaki dünya, erkeksi özellikleri kutsuyor. Mantıklı, stratejik, agresif, sert, duygusuz olmanın başarı getirdiğine inanıyorlar. O yüzden şefkati küçümsüyorlar. Duygusallığı reddediyorlar. Estetik, güzellik, zarafet gibi kadınsı prensiplere burun kıvırıyorlar. “Kadın gibi” olmayı bir hakaret gibi algılıyorlar. Peki, gerçekten güçlüler mi yoksa içlerinde büyük bir çatışma mı var?
Kadınlığı reddetmek, aslında kendinden vazgeçmek demek
Bazı kadınlar, erkek gibi olunca dünyada daha kolay var olacaklarını düşünüyor. Daha sert, daha katı, daha mesafeli oldukça güçlü olduklarına inanıyorlar. Ama bir gün, içlerinde bir boşluk belirmeye başlıyor. Çünkü doğalarına aykırı bir savaş veriyorlar. Kadınlığı reddetmek, aslında kendinden vazgeçmek demek.
Duygularını bastırmak…
Sezgilerini susturmak…
Narinlikten utanmak…
Annelik içgüdüsünü yok saymak…
Kadınlara karşı bile sertleşmek…
Bütün bunlar, gerçekten özgürleşmek mi? Yoksa başka bir şeyin bir sonucu mu?
Toplumda bir kadın eğer erkek gibi davranıyorsa, eğer duygularını göstermiyor, sert ve mesafeli duruyorsa ona genellikle şu yakıştırma yapılır: “O Erkek Fatma’dır, ona hiçbir şey olmaz.” Bu cümle, sanki bir kadının kadınsı yönlerini bastırarak yaşaması onun için bir avantajmış gibi gösterir. Ona şunu ima eder:
“Sen “kadın gibi” olmadığın için güvendesin. Duygularını sakladığın için zarar görmezsin. Sert olduğun için seni incitmezler. Kadınsal özelliklerini yok edersen dünya seni daha kolay kabul eder.”
Ama gerçekte ne olur? Bu kadınlar, kendilerine bile hissettirmeden içsel bir savaşın içinde kaybolurlar. Güçlü görünmek için hep tetikte olmak zorunda kalırlar. Acı çektiklerinde bile kimseye belli edemezler. Zayıflık göstermekten o kadar korkarlar ki bir gün gerçekten ihtiyaç duyduklarında bile kimse yanlarında olmaz. En kötüsü de kendilerini sevmeyen insanlarla çevrili olduklarını fark ettiklerinde artık çok geçtir. Çünkü insanlar güçlü olanın yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmezler. 'O Erkek Fatma, o halleder.' denir ve geçilir. Oysa içeride, yorulmuş, tükenmiş, yalnız bir kadın vardır. Bunun adı özgürleşmek değil, kendini unutmaktır.
Gerçek güç, kadınlığını inkâr etmeden var olmaktır. Kadın gibi hissedip, kadın gibi düşünebilmek ve bununla hâlâ güçlü kalabilmektir. “O Erkek Fatma’dır, ona hiçbir şey olmaz.” diyenlere tek bir şey sormak gerek: Gerçekten mi? Yoksa biz, ona bir şey olursa fark etmeyecek kadar bencil miyiz?