İki ayda bir yayımlanacak olan edebiyat dergisi Karahindiba, “Üflesen dağılacak bir ülkede varoluş savaşıdır Karahindiba. Edebiyat muhaliftir”diyerek, ilk sayısıyla okurlarını selamlıyor.
Melih Malkondu’nun çiziminin bulunduğu kapak tasarımı ile genç yazarlar ve ustaları, görüşleri ne olursa olsun iyi edebiyat çatısı altında buluşturmayı hedefleyen Karahindiba dergisinin ilk sayısı çıktı. “Bu varoluş savaşında tüm iyi yazarlarla omuz omuzayız. Edebiyatı düştüğü yerden kaldırmak için!” diyen dergide, Ece Temelkuran ve Ahmet Büke röportajları ile edebiyat dünyasının nabzını tutan birçok genç yazar ilk defa yayımlanan öykülerle dikkat çekiyor.
KARAHİNDİBA’DA İÇİMİZE DOLACAKLAR
Son dönem çıkan popüler edebiyat dergilerinin aksine, iyi edebiyat, iyi eleştiri diyerek yazılarıyla meydan okuduğunu söyleyen Karahindiba’nın okurlarıyla ilk kez buluşan ekim-kasım sayısında;
Cemal Süreya Şiir Ödülünü alan şair Barış Erdoğan, Türkçe şiirleriyle edebiyata damga vurmuş Alman şair Achim Wagner, ‘Pas’ kitabıyla dikkat çeken Ömer Erdem’in ve birçok değerli şairin şiirleriyle güzel bir esinti sunuyor.
Gürcü yazar Mariam Gaprindashvili, Guram Rçeulişvili’den ‘Genç Kız Halleri’ isimli öyküyü edebiyata kazandırıyor.
Tunç Toker’in ‘Ermeni Dediğin İnsan Değil mi Be Amirim’ isimli öyküsü de dikkati çeken diğer öyküler arasında yer alıyor.
Karahindiba, “Nitelikli edebiyat dergiciliğinde naif ama yeri geldiğinde Cortazar’ın sözünden ilham alarak nakavt edecek bir muhalif yumruğu bünyesinde barındırarak nitelikli okurlara sesleniyor.”
TADIMLIK ÖYKÜ: GÜNEŞE HASRET
İbrahim Adıgüzel’in ‘Güneşe Hasret’ isimli öyküsünden bir kesit:
“Amca camından gelen güneş gözümüze geliyor, rahatsız ediyor perdeni çeker misin?” diye seslendi.
“Siz rahat edeceksiniz diye ben kendimi mi rahatsız edeyim?”
“Güneş gözüne gelince rahat mı ediyorsun?”
“Dört buçuk yıldır cezaevinde yatmışım, dört duvar arasında güneşe hasret. Senin güneşin yanında; bari müsaade et iki saatlik şu yolda ben de güneşe doyayım.”
Böyle dedi ama mahzunca perdesini çekti. Kalktı önlerde yanı ve önü boş bir koltuğa geçti, yine perdesi açık seyahatine devam etti.
“Güneşe hasret” sözü kafama takıldı. İnsan hakikaten ne yapardı yıllarca o kapalı yerde, beyaz duvarlara bakarak?