Nermin Erol Yazio: İlk Kadınlar

Hep suçladığınız, günahkârladığınız ve yalanlar, komplolar düzdüğünüz Lilith'ler, Havva'lar, Pandora'lar, Hypatia'lar, Hekate`ler, güç bende artık diyen Şira'lar gibi ses çıkarmaya devam ediyorum.

Bundan önceki yazımda değindiğim; Pandora'nın kutusu efsanesini MÖ 700 yılında Yunan didaktik şair Hesiod, 'Tüm Hediyeler' anlamına gelen, ilk kadın `Pandora` ile ilgili bu hikayeyi, `İşler ve Günler` adında, Prometheus efsanesiyle birleştirdigi bir şiirde, kardeşi için yazmıştı.

Pandora'nın gelişinden önce insanlık, kötülüklerden, zahmetten ve hastalıktan arınmış bir şekilde yaşıyordu. Zeus`un insanlıktan intikam almak için, kötülükler ve lanetlerle dolu olan bu kutuyu/küpü açmasını, ilk kadın olan Pandora’nın kulağına fısıldamasıyla, kutuyu açan Pandora yüzünden, tüm kötülükler yani dertler, kıskançlıklar, hastalıklar, açlık, yaşlılık, delilik, ahlaksızlık dünyaya salınıverir ve kutunun içinde sadece Elpis Ἔλπις, 'Umut' veya 'Beklenti' kalır.

İşte bu sebepledir ki, Pandora`nın kutusu efsanesi; antik Yunan için 'İnsanlığın Düşüşü' hikayesidir.

Yaratılış Kitabındaki (Genesis MÖ 1400) Adem ve Havva'nın, Cennet Bahçesi'nden kovulması hikayesinin, pagan eşdeğeridir.

Bir diğer mit olan Yaratılış Kitabında da anlatıldığı gibi; ilk kadın Eve (Havva), Adam (Adem)'ın kaburgasından yaratılmış ve tıpkı Pandora gibi Havva da, itaatsizlik etme cazibesine ve merakına karşı koyamamış ve yasak meyvenin tadına bakmıştı.

Yaratılış Kitabı'nda yılan; 'kadına' (Havva'ya), kendisinin ve Adem'in, Tanrı tarafından uyarıldıkları gibi, bilgi ağacından yemeleri halinde ölmeyeceklerini söyler. Bilakis, yasak meyveden yemek, onların iyiliği ve kötülüğü bilmelerini sağlayacak ve tanrılar gibi olacaklardır. Havva'nın bilgi ağacının meyvelerine olan merakı, meyveyi yediklerinde bilgeliğe açılan bir kapı olarak görmeye yönlendiren bu argümanla, kazanılır. İşte yine bu, Yunan mitindeki Pandora'nın merakına çok benzer.

Cennetin sonu ise her iki hikayenin de sonucudur. Her iki hikaye de bir dizi önemli özelliği paylaşır: İkisi de 'kötülüğün' daha önce bilinmediği bir dünyaya nasıl geldiğiyle ilgilidir; ikisi de insanın eğlenmek yerine neden zahmetler içinde çalışmak zorunda olduğunu açıklamaya çalışır; ikisi de merakın veya çok fazla şey bilmenin tehlikeleri hakkındadır; ve her ikisi de kötülüğün dünyaya doğrudan (ve eril bir biçimde; haksız yere) girmesine izin vermenin suçunu, ilk yaratılan kadın olan Pandora/Havva'nın ayaklarına atar.

Tarihsel kaynaklar bu mitin Sümer, Babil ve Mezopotamya mitolojisinden türediğini gösteriyor.

Eski Mezopotamya'da Gılgamış Destanı'nda, adı 'kaburganın hanımı' anlamına gelen tanrıça Ninti (Ti, Sümercede hem 'yaşatmak' hem de 'kaburga kemiği' anlamına gelir. Ninti adı ise 'yaşatan hanım' ve 'kaburga kemiğinin hanımı' anlamına gelir), ana tanrıça Ninhursag tarafından Enki'nin hasta kaburgasını (Su tanrısı) iyileştirmek için yaratılmıştır. Enki (Bilgelik tanrısı) yasak çiçekleri yediğinde, itaatsizliği nedeniyle Ninhursag tarafından lanetlendi. Ninti, Ninhursag (Ulu hanım, ana-tanrıça) tarafından Enki'nin vücudunu iyileştirmek için yaratılan sekiz tanrıçadan biridir. Enki yasak çiçeklerden yemiş ve bu sebeple Ninhursag tarafından lanetlenmişti. Ninhursag onu iyileştirmek için diğer tanrılar tarafından ikna edilir. Bu hikâye daha sonra Tevrat'ın Genesis (yaratılış) bölümünde anlatılan Adem ile Havva'nın yaratılış hikâyesinin kaynağı olarak değerlendirilmiştir.

Havva figürü, Hurri tanrıçası Khepat, Sami ana tanrıçası Aşera ve hatta antik Yunan aşk tanrıçası Afrodit de dahil olmak üzere, Tunç Çağı'na kadar uzanan düzinelerce tarih öncesi ve pagan tanrıçaya benzetilmiştir. Havva gibi, Afrodit de sıklıkla elinde bir elma ile tasvir edilmiştir. Yunan mitinde, Paris'in Kıyameti hikayesi, Truva prensi Paris'in Afrodit'e altın elma hediye ettiğini görür.

Böylece Spartalı Helen'i (Truvalı Helen olur) kazanır, ancak ölümcül hatasını anlamaz. Bu efsanedeki kadınların baştan çıkarıcı güzelliği ve ikna ediciliği, Truva Savaşı'nı ve dolayısıyla yüz binlerce ölümü ateşler.

Bu arkaik efsanelerin yaratıldıkları ataerkil dönemleri yansıttığını belirtmek önemlidir. Günümüz standartlarına göre, bu tür hikayeler kadın düşmanlığı ile lekelenmiştir. Bu anlatılar arasındaki ortak nokta, bütün suçun kaynağının her seferinde kadına geri dönme eğiliminde olmasıdır. Tipik olarak, bu kurgusal kadınlar o kadar tehlikeli bir şekilde baştan çıkarıcıdır ki, erkekleri korkunç ve geri dönüşü olmayan kararlar almaya ikna eder. Paris, kadın güzelliği tarafından yoldan çıkmasaydı Truva Savaşı'nı başlatır mıydı? Adem, Havva'dan kabul etmeseydi elmayı ısırır mıydı?

Havva'nın hikayesi, kadınlar üzerinde diğer mitolojik veya İncil hikayelerinden daha derinden olumsuz bir etki yarattı. Yüzyıllar boyunca, yaratılış hikayesi, kilise ve bir bütünü olarak Hıristiyan toplumu tarafından, ataerkil tutumları ve kadınların boyun eğdirilmesini haklı çıkarmak için kullanıldı, hala tüm kutsal dinler tarafından kullanılmaya da devam eder.

Ancak ironi olan taraf, Havva'nın bir çelişki olmasıdır. Aynı anda hem kasten kötü hem de aynı zamanda saf, aptal ve zayıf iradeli nasıl olabilir? Bununla birlikte, Havva'nın sonsuz, sembolik gücü çağdaş popüler kültürü hala doyurmaya devam ediyor. Hatta şuna da değinmem gerek ki herkesin ortak atası olabilecek ilk kadının Afrika'dan olacağı düşünüldüğünde ve ilk insanların, batı sanat tarihi boyunca tasvir edildiği gibi beyaz yerine siyah olması gerekirdi (anlaşılması için böyle yazdım ancak şahsen beyaz-siyah kelimelerinin de insanlarda ayrım oluşturduğunu düşünüp açık ya da koyu ten diye betimlenmesini daha uygun buluyorum).

Bilimsel bilginin derinliklerinden yoksun birçok mitolojik anlatı, varlıkların oluş kökenini kendilerine benzer bir 'ilk varlık' veya 'ilk canlı'ya atfeder; çünkü bu, konu hakkında eğitimsiz bir akla gelen ilk açıklamadır. Dolayısıyla birçok mitolojik hikayede insanlığın başlangıcında 'bir erkek ve bir kadın' olduğu söylenir. İbrahimi dinlerde erkeğe 'Adem', kadına 'Havva' adı verilir. Hatta birçok anlatıda erkeğin kadından önce yaratıldığı, kadının erkekten var edildiği anlatılır. Halbuki bu da yanlıştır; zira dişiliğe ait karakterlerin erkek dediğimiz cinsiyetten daha önce evrimleştiği bilinmektedir. (Uzunca bir süre boyunca Homo sapiens türünün 200.000 yıl önce evrimleştiğini düşünüyorduk; ancak güncel veriler bu tarihi 300.000 yıl kadar geriye çekti. Üstelik bu, bildiğimiz anlamıyla Homo sapiens'in evrimleştiği tarih. En yakın kuzenlerimiz olan, şimdi soyu tükenmiş Homo neanderthalensis (Neandertaller) ile evrimsel yollarımız günümüzden 500.000 yıl önce ayrıldı. Yani türümüzün en erken bireyleri, günümüzden 500.000 yıl kadar önce yaşamış bile olabilir.

Kaynak)

Popüler hayal gücündeki Havva figürü, Jezebel ve Medea'dan Pandora, Delilah ve Salome'ye kadar hem tarihsel hem de kurgusal birçok kadın kahramanın bir birleşimidir. Bu iyi bilinen, 'kötü davranan' kadınların tümü, batı sanat tarihi ve edebiyatında sürekli olarak yeniden ortaya çıktı. Kadınlık imajlarını çevreleyen bu tür olumsuz klişelerin, özellikle ortaçağ ve Rönesans Avrupa'sında 'cadılara' yönelik zulme muhtemelen katkıda bulunduğu söylenebilir.

İbranice İncil'de Jezebel, Yahweh'in (Tanrı) peygamberlerini öldüren İsrail Kralı Ahab'ın karısıdır. Jezebel de 'Sahte peygamberler' fikriyle ilişkilendirilmeye başlandı ve genellikle fahişe olduğuna inanılan 'düşmüş bir kadına' verilen bir hakaret olan modern 'Jezebel' terimine dönüştü. Adem üzerinde güç kazanmak için cinselliğini kullanan bir baştan çıkarıcı olarak yorumlanan Havva gibi, diğer olumsuz kadın stereotipleri genellikle günahı cinsellikle birleştirir. 1880'lere gelindiğinde, edebi araç ve 'femme fatale' sembolü, seks delisi, baştan çıkarıcı ama tehlikeli bir kadını belirtmek için yaygın olarak kullanılıyordu.

Tam bir 'femme fatale' olan Lilith efsanesi ise Tek Tanrılı dinlerden çok önceye, Mezopotamya uygarlıklarına dek dayanıyor.

Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında “yaratılış” anlatıları, ilk kadın olarak Havva’dan bahsetse de, kutsal kitapları etkilediği ve alıntılandığı düşünülen başka birçok mit, Adem’e eş olarak Havva’dan önce yaratılmış Lilith adında başka bir kadından daha söz eder. Dünya yazılı tarihinde ilk Lilith’e dair yapılmış ilk atıf Gılgamış Destanı’ndaki şu ifadelerdir:

'...O zaman evcilleşmeyen bir yılan / Yuvasını Huluppu ağacının köklerine kurdu.

Ağacın dallarından Anzu-Kuş kuluçkaya yattı.

Ve gövdesinde karanlık bakire Lilith evini inşa etti…

Gılgamış eğitilemeyen yılanı öldürdü.

Anzu-Kuş yavrularıyla dağlara uçtu.

Ve Lilith evini yıkarak vahşi, ıssız yerlere kaçtı.'

Gılgamış Destanı, MÖ 2300-2900 yıllarındaki eski bir Mezopotamya Uruk kralı Gılgamış`ın hikayesidir. Bizim için destan, epik, mit türünde olan bu eser, Sümerliler ve Akad yani semitik uygarlıklar için ilahi bir `Sır Bilgisi` anlamına geliyordu, ifşa ettiği gerçeklik olan ölümsüzlüğü arayan bir sırrı, insanlara deşifre eden bir metindir. Ve özünde, ölümsüzlüğün insanlara değil sadece tanrılara özgü olduğundan bahseder. Bulunan ilk bu destanda karşılaştığımız Lilith; gecelere, yeraltı dünyasına egemen olan kötü bir dişi ruh, Sümer ve Babil mitolojilerinde MÖ 3500`lerde `Lamaştu`, bebekleri kaçırıp yiyen ve yeni doğum yapan kadınları öldüren kanatlı bir ifrit ve vampir, hatta bazen `Rüzgar Tanrıçası` diye ifade edilir. Sümerlerde Lili; dişi iblis, Asur, Babil'in kullandığı Akad dilinde (Semitik yani Araplara benzeyen bir uygarlik, İbranicenin özü) ise; Lili, Lilith, Spirits yani Ruhlar olarak geçer, Lilace su, kadın, rüzgar, ruh, nefes anlamına gelir ve bazıları da toprak tanrıçası diye bahseder. Mezopotamya’da da hastalık taşıyan rüzgar ruhları diye tanımlanırken ve İbranice'de Lyle kökünden, yani gece anlamına gelir. İbranice ise, en son Sümer, Akad, Mezopotamya'dan alıp, Lilith olarak ortaya çıkarıyor.

(Ataerkil Sümer dünyasının Lilith’in kovuluşunu içeren destanlarında süregiden olaylarda, ilginçtir, koskoca tanrıça İnanna bir adamın tecavüzüne de uğrar.  Üstelik o bile evleneceği erkeği gönlüne göre seçemez ve zaten Utu’nun kız kardeşine yardımı, asıl, genç kızın yeni erkek yasalarına uyum sağlaması ve öteki genç kızlara örnek oluşturmasına yönelik olmuştur. Utu, gönlü Çiftçi Tanrısı’nda olduğu halde, İnanna’yı Çoban Tanrısı Dumuzi ile evlenmeye ikna eder. Çünkü aslında tarihsel dönem artık sığır üretiminin erkeklerde olduğu dönemdir. Kaba kuvvetiyle hemen her şeye güç yetirip sahip olan bir karakter olarak Gılgamış kutsal törenlerle Dumuzi ile birleşip tanrıçanın kocası ve de hükümdar olur.)

İlk zamanlar görüldüğü İÖ 2000’lere ait Sümer yaradılış öyküsünde; anaerkil dönemin bir tanrıçası olup ataerkil Sümer dünyasından kovulan Lilith; çok sonra, Kabala öğretisinin metinlerinde de dışlanan bir karakter durumundadır. “Güçlü-özne” olan kadın imgesini toplumsal yaşamdan dışlayıp, Tanrı-devlet-erkek bireşimi bir “erk’e tâbi” kadın kimliğini ‘makbul’ sayan anlatı ve sanat yapıtlarında Lilith ile Havva, kadın kimliğinin ve “ahlak”ın karşıt kutuplarını simgeleyen mitolojik figür özellikleri göstermektedir.

Sanatın “cinsiyet ideolojisi”nin hizmetinde rol oynadığını örnekleyen bazı sanat eserlerindeki betimlerde ve çağdaş dijital-fantastik betimlerde kadınlarla kötülük arasında bir bağ, yılan-kadın bileşimi figürlerle belirginleştirilmiştir. Evrenle bir mülkiyet ilişkisi geliştiren insan türünün erkek cinsi, “egemenliği” dişisine karşı daha komplike şekilde geliştirmiş, kadını Lilith veya Havva olmaya zorlamış; kendisi de gerçekdışı “kuvvet-kudret” imgeleminin gölgesinde ezik kalmıştır. “Yarar değerleriyle” şekillendirilmiş dünyada, tarafları özgür-gerçek özneler olamayan “aşk”, gerçek olmaktan çok, olanaksız bir mit haline gelmiştir.

Adem'le birlikte topraktan yaratılan dirayetli, bağımsız bir ilk kadın ve Adem’in ilk aşkı ile ilk eşi olan Lilith; Sümer, Babil ve Pers mitolojisinde, İbranice kaynaklarda, Kabala, Ölü Deniz Tomarları, Tevrat’ta direkt olarak bahsedilmese de, Yahudi dini kaynağı Talmud’ta, Hristiyanlıkta ve bazen bir tanrıça olarak, mitolojik ve dini metinlerde adı yine kibirli ve meydan okuyan, ilk yaratılan kadın olarak tasvir ediliyor.

Cinsel birleşme esnasında kendisine sürekli dayatılan misyoner pozisyonunu kabul etmeyip, erkek ile eşit yaratıldığı için her alanda söz sahibi olmak isteyerek, erkeğin otoritesine ve tam hakimiyet isteğine boyun eğmeyi reddeden Lilith`in, eşitsizlik isyanı nedeniyle, korkunç bir ilk kadın olarak yazıldığını gözlemleyebiliyoruz:

Lilith’i tarih boyunca pek çok farklı versiyonda görmek mümkün. Lilith kelimesinin diğer dillerdeki karşılıkları birbirine yakındır. Buna göre; Lilith’in Babilcesi Lilitu, Asurcası Lilatu, İbranicesi Laylâ, Arapçası Leylâ, Süryanicesi Leyla şeklindedir. Sümer mitolojisinin baş tanrısı Enlil, (En - Tanrı, Lil - Hava demektir) olan ve Sümerce “rüzgar, meltem” anlamındaki “lîl” kökünden türeyen Lilith’in kökeni MÖ 3000 yılına dek uzanır. Lilitu; ruh, Lulu; şehvet, Lalu; lüks ve rahatlık, Limnu; kötülük anlamına gelir.

İştar, İnanna, Asterte, İsis, Rhea, Artemis, Semiramis, Aphrodite, Venüs, Kybele gibi pek çok tanrıça ve kraliçe profilleri Lilith ile özdeşleşiyor. Bunun yanında Lamia, Leyla, Lilibet, Lilyel, Magda Mother, Gecenin Kraliçesi, Red Sonya, Scarlet, Gecenin Meleği, Şahmaran, Albız, Alkarısı gibi isimlerle de anılıp bağdaştırılıyor. Pentagram, kırmızı gül, kalp, dikili tahta kazık, meşe ağacı, kırmızı renk, 5 ve 50 sayıları ise Lilith’in sembolleri arasında.

Barbara G. Walker, Lilith’in etimolojisini, Lotus anlamına gelen Sümer-Babil kökenli “lilu” kelimesine bağlamaktadır. Böylece Lilith’i, tüm anlatılarda ve betimlemelerde ilişkili olduğu görülecek olan “ağaç” motifiyle ve Mısır Hindistan’ın Lotus tanrıçalarıyla ilişkilendirmek mümkün olmaktadır. M. İ. Çığ, Prof. S. Kramer’e dayandırdığı açıklamalarında, Lilith’i Musevi efsanesindeki karakterle ilişkilendirmekte; Sümer dilinde “ki.sikil.lil.la” olarak geçtiğini, “ki.sikil”in genç kız; “lil”in hava, ruh anlamına geldiğini; böylece “Lilith”in hava, ruh anlamını verdiğini belirtmektedir. Zingsem, buna ek olarak, Babil-Asur kökenli “lilitu” kelimesinin de uyduğunu ve “dişi şeytan, rüzgar hayaleti” anlamına geldiğini; İbrani [Sami] kökenli “Laila” [bkz. leyl-a] (gece) sözcüğünün de geleneksel hikayelerde Lilith ile bağdaştırılıp “gece hayaleti” olarak çevrildiğini söylemektedir.

Tiamat, Şahmaran, Lamia, Ekhidna, Samael; ismi sürekli değiştirilse de tıpkı Lilith efsanesine benzer pek çok efsanede, erkeğin boyundurluğu altına girmek istemeyerek, eşitlik talep edip baş kaldıran bu ilk kadın figürü, sıklıkla uzun bukleli kızıl saçlı, bazen vücudunun belden aşağısı bir ateş sütunu, bazen çok çekici, güzel ve baştan çıkarıcı bir kadın, bazen bir yılan, vampir, baykuş olarak tasvir ediliyor. Anlatılarda Lilith, cennetten kaçıp şeytanla ilişkiye girerek, şeytan ve cin çocuklar doğuran, güzelliği ve baştan çıkarıcı özellikleri ile topraktan yaratılan erkeklere ve çocuklara dişi şeytan olarak musallat olur, çocukları kaçırıp yer ya da öldürür. Türk mitolojisinde lohusa kadınları ve yeni doğmuş çocukları boğarak öldürdüğü düşünülen Albız isimli iblisin de Lilith olduğu düşünülür. Tek tanrılı dinlerde cennetten kaçıp yeryüzüne gelen Lilith, şimdiki Kızıl Deniz yakınlarında bir mağaraya saklanmış. Eşit olmak için verdiği bu savaş doğrultusunda dışlanmış. Kızıl Deniz’de yaşayan iblislerle birlikte olmuş ve günde 100 tane çocuk doğurmuş. Lilith’in çocukları cin, şeytan ve vampir olarak tasfir edilmiş. Dünyada bu kadar kötülüğün olmasının nedeni Lilith’in doğurduğu bu çocuklara bağlanmış. Adem’in isteğiyle cennete geri getirilmesi için 3 tane melek gönderilmiş. İkna etmek için her gün gözlerinin önünde yüzlerce çocuğu öldürülmüş. Geri dönmeyeceğinden emin olunca yine bir eşitlik kavgası olmaması için Adem’in kaburga kemiğinden Havva yaratılmış. Havva Adem’e bağlanmış. Lilith bunu kabul edememiş ve Havva’dan doğacak tüm çocukları öldürmeye yemin etmiş. Rivayete göre erkek çocukları doğduktan 8 gün, kız çocuklarını 20 gün içinde öldürmeye çalışırmış. 

Kitab-ı Mukaddes haricindeki yaratılış mitleri, mesela hepsinden önce 8.-11. yy sürecinde oluştuğu bilinen “Ben Sira Alfabesi” gözden geçirildiğinde anlaşılır bir hal alır:

'Tanrı ilk insanı yarattığında şöyle konuştu: ‘İnsanın yalnız olması iyi bir şey değil.’

Ve ona topraktan bir eş yarattı, ona benzeyen, adı Lilith olan. Kısa süre sonra

birbirleriyle kavga etmeye başladılar: Kadın erkeğe: ‘Ben senin altında yatmak

istemiyorum.’ Ve erkek: ‘Ben senin altında değil üstünde yatmak istiyorum; çünkü

sen altta kalan olmayı hak ediyorsun ve ben üstün olmayı hak ediyorum.’ Kadın:

‘...eşitiz; çünkü ikimiz de topraktan yaratıldık.’ (...) Birbirlerini anlamayı ret ettiler.

Lilith, (...) Tanrı’nın o özel ismini telaffuz etti ve dünyanın göğüne doğru yükseldi.

Adem yaratıcısına seslendi: ‘...bana verdiğin kadın benden kaçtı!’ (...) Tanrı,

Lilith’in peşinden üç melek gönderdi. (...) şöyle konuştu: ‘Geri dönmek istediği takdirde, tamam; ama istemezse, her gün yüz oğlunun ölümüne şahit olmayı göze almalıdır.’ Melekler kadını bulup Tanrı’nın sözlerini ilettiler. Ama o geri dönmek istemedi. [Burada kullanılan kelime İbranicede “kaybedilen değerlere geri dönmemek” anlamındadır.] ‘Seni denizde boğacağız!’ dediler. Kadın: ‘Beni yalnız bırakın; çünkü ben çocukları zayıf düşürmekten başka bir işe yaramam: erkek çocukları doğumlarından sekizinci günlerine, kız çocuklarını ise doğumlarından yirminci günlerine kadar gözetmem emredildi.’ (...) böylece kadın günbegün şeytanlarından yüz tanesinin ölmesini göze aldı.' (bkz. Zingsem, 2007: 36-37. Ayrıca bkz. “Alphabet of Ben Sira”)

Mitler gibi sanatın da her alanını etkileyen Lilith anlatısını, Fuzûli’nin Leylâ ile Mecnûn mesnevisinde de görürüz. Araplarda, Leyla’nın masumiyetinin yanında karanlık ve geceyle anılmasında, Sümer ve bazı diğer kaynakların da etkisi bulunur. İslam sonrası klasik mesnevilerde Leylâ’nın, Mecnûn’u delirterek aklını kaybetmesine sebep olması, onun için kabilelerin savaşması, Lilith’in Leylâ figürüne dönüştürülmesi ile bağlantılıdır.

Lilith’e atfedilen bir başka şey ise, kadınların kafasına girerek onlara “erkeklerle eşit oldukları”nı hatırlatmasıdır, bu sebeple ilk feminist kabul edilir.

Hatta yine ilk günahın sorumlusu da Lilith’dir. Havva’yı kandıran ve yasak meyveyi yemesini söyleyen yılan kılığındaki de Lilith’ten başkası değildir.

“Tanrı sizi kötü kadınlardan korusun; iyi kadınlardan da siz kendinizi koruyun!” diye geçen, “Kadın”ın her halükarda kaçınılması gereken tehlikeli bir varlık olduğunu savlayan bu Yahudi atasözünde, ilginçtir ki, “kötü kadın” Lilith’i, “iyi kadın” ise Havva’yı çağrıştırmaya yönelik gibidir. Batı’da yaygın olarak bilinmesine karşın Doğu toplumlarında çok daha az bilinen Lilith ile insanlığın anası Havva, kadının özgül kimliğinin de, ataerkil toplum marifetiyle kadının sırtına yüklenen “ahlak”ın da karşıt kutuplarını simgeleyen birer mitolojik figür niteliğindedir aslında.

Görünen odur ki, gerek dört kutsal dinin geçerli olduğu –günümüze kadar uzanan– dönemde,  gerekse ondan önceki dönemde Lilith’le simgelenebilecek bağımsız, güçlü özne olan kadın kimliği, toplumsal hayatın sürdüğü yeryüzünden dışlanmış; Tanrı-devlet-erkek birleşimi bir erk’e “tâbi” olan bir “Havva” imgesi (zaman ilerledikçe bu “Bakire Meryem” imgesiyle takviye edilecektir) ‘makbul’ sayılmıştır. Dikkat edilirse, kutsal kitapların ve öykülerin tümünde salık verilen ve kutsanan, “egemenlik”tir. Öncelikle “insan”ın tüm dünyevi varlıklar üzerindeki tahakkümü; eşgüdümlü olarak da erkek cinsinin kadın cinsi üzerindeki egemenliği... Anlatılar erkeğin üstünlüğünü ve evrendeki merkezi rolünü vurgularken, bir yandan kadının ikincil, suçlu ve dolayısıyla cezalı rolünü belirginleştirmeye yönelmiştir. Ne de olsa “yasak meyve”nin (ki bunun cinsellik, dolayısıyla özneleşme ve kültür sürecine geçişin simgesi olduğu düşünülür) yenmesi ve cennetten (ebedi ve rahat hayattan) çileli hayata geçiş kadınlar yüzünden olmuştur. Bu sahneyi betimleyen bütün resimlerde, yasak meyveyi Havva’ya uzatan bir “yılan-kadın” (Lilith) figürüdür ki bu, öyküyü tamamen Adem’in saf bir kurban, kadının her iki kimliğiyle de “kötü ve riyakar” olduğu savına bağlar, insanlığın maruz kaldığı tüm talihsizliklerden kadını sorumlu tutmak için bir gerekçe oluşturur ve günümüze değin binlerce yıl, kadının toplumsal-cinsel-dinsel-siyasi-ekonomik özgürlüğüne ket vurmanın meşru zeminini kurar. Tanrı bir yandan (Lilith imgesiyle de -Freudyen görüşte fallus olgusuyla da- örtüştürülmüş, ilintilenmiş olarak) yılan ile kadını düşman kılar. (Bkz. Kitab-ı Mukaddes: Tekvin: Bap 3) Yeryüzünde yaşamın ve ilişkilerin kural ve ilkelerini çepeçevre belirler. Adem-kadın-yılan toprak-doğa ilişkilerini düzenler. Buna göre Adem, “bilme meyvası”nın (“Bilme meyvası”, özellikle de “bilme”, cinselliğe referans sayılabilir. İlgili olabilecek bütün simgelemlerin yanı sıra mesela Tekvin: Bap 4’te “Adem karısı Havva’yı bildi; ve gebe kalıp Kain’i doğurdu.” ifadesi  dikkate alınmalıdır), yani (cinsellik, türün üreyerek yaşama devam etmesi, üretim, özneleşme kavramları ile ağaç-meyve-yılan-fallus-Lilith-Havva imgelerini ilişkilendiren bir çağrışımla) “yaşam döngüsüne katılmanın” ceremesini çekecek, Havva’ya malik olacak ve onu “yılan”dan da hep sakınacaktır. Zira yılan, onun sürekli içli dışlı olacağı tarımsal yaşamın (toprağın) kaçınılmazı, yaşam döngüsünün imgesi olarak da daimi özlemi arzusu olduğu kadar, malik olduğu Havva’yı elden kaçırmamak için sakınması gereken bir kötücüldür de. Böylece kadın-erkek ilişkisi gerek bilinçaltında, gerekse bilinç düzeyinde bir paradoksa gömülmüş; aslında, başta cinselliği kontrol altına alarak “kıllı içgüdüsüyle” mücadele edip kültür yaşamını biçimlemeye çalışan insan, kendi doğasını zedelemek pahasına yeryüzünün yerleşik-ataerkil düzeninin manifestosunu oluşturmuştur.

“Yüce değerler” ile “yarar değerleri” arasına sağlıklı ayrımlar koyamamasının yarattığı çapraşıklıkta “Adem”, insanî özün kristalize olduğu yegane bir yüce değer olan aşk’ı mülkleştirme yönelimi ile öldürerek, iki uç arasında gerili ipte ereği olmayan bir cambaz gibi boşlukta salınacak(!), statükocu yaklaşımıyla geçerli  kıldığı düzen(leme)de kendi özgürlük ve özneliğini de yitirecek, “politik” duruşuyla aşkı her seferinde baştan yakacak, kendi eğilim ve gerilimlerini “gölge projeksiyonu” uygulayıp bir zamanlar tutku ve aşkla sarıldığı Lilith’e yükleyecek, daha kötüsü ona kara çalacaktır. Yetinmeyip, her iki kadın kimliğini de kötüleyecek; egemen ama yoksun olacaktır.

Egemenlik ilişkisi bir “eşitlik” ilişkisine evrilmedikçe, anlaşma usulünde de değil, “eşitlik” gerçekten benlikte olgunlaşıpgövermedikçe kimse aşkı gerçek anlamda duyumsayamayacak, bilemeyecektir.

Tin ve tenin, ateşinde iç içe eriyip bütünleşerek “insan” oluşun tılsımını meydana getirdiği aşk, belki de insanı tanımlamaya en uygun bir kavram; insanın insanla ve her şeyle ilişkisini sağlıklı bir diyalektikle kurmasına yordam olacak bir olgudur. Ne var ki, “yarar değerleriyle” şekillenmiş; erkeğin hiç de gerçekçi olmayan bir güçlülük-kudret imgelemiyle insanilikten uzaklaşıp kendi olmaktan çıktığı; baskı altındaki kadının özgür benliğinden, gerçek bir özne oluşundan bahsetmenin imkansız olduğu bir dünyada “aşk”ın gerçekliğinden çok düşselliğinden; sarsıcı görünümlerine karşın olanaksızlığından, ancak bir mit oluşundan söz edilebilecektir.

Nihayet, mitojenik olan toplum, örmüş olduğu bu öykülerle gündelik hayatında bir mitolojiyi de gerçeklendirmeye koyulmuş, kadın cinsinin doğası gereği itaatsiz, saf, zayıf iradeli, baştan çıkartılmaya ve kötülüğe meyilli, sadakatsiz, güvenilmez, hilekâr, baştan çıkarıcı, başlıca motivasyonu kişisel çıkarları olan bir cins olduğu yaygın inancıyla “ahlakî” yaptırımlara yönelmiş; bütün dinler ve örfler “ahlak” savı altında kadını boyunduruk altına almaya girişmiş; kutsal metinlerde birçok alıntıyla örneklenebilecek çerçevelerle toplumsal yaşamda kadını ikincilleştiren düsturlar koymuştur.

Güçlü kadınlar tarih boyunca karalanmış ve daima tehlikeli bulunmuş. Kadınların güçlü olması, karakteri güçlü olmayan diğer herkesi korkutmuş ve korkutmaya devam etmektedir. 

Yine Lilith bunların ilk örneğidir.

Hekate

Edebiyatta en erken ortaya çıkışı, MÖ 8. yüzyılda Hesiod'un Theogony'sinde gök, yer ve denizde etki alanları olan büyük bir onur tanrıçasıydı. Kökeni bilim adamları tarafından tartışılıyor, Türkiye'de Lagina antik kenti, tanrıçanın başlıca kült merkezidir. Hekate kültünün çıkış noktası Anadolu’yu işaret etse de bu konu hala tartışılmaktadır. Hekate’nin Anadolu’da en çok tapınım gördüğü yerler Batı Frigya ve Karya bölgesidir. Bu bölgeler arasında en eski kült ile en büyük kutsal alanın ise Karya bölgesindeki Lagina olduğunu görüyoruz. Büyük İskender’in ardılları olan Diadokhoslar döneminin en önemli yapıtlarından birisinin bu tanrıça için yapılmış olması da, tanrıçanın bölge halkı için öneminin bir göstergesidir. Ayrıca tanrıçanın tapınağının bir barış simgesi olarak kullanıldığını hiçbir bölgede bir tanrı/tanrıça için bu kadar destekleyici bilginin bir arada bulunmasının zor olacağı belirtilmektedir. Elde edilen tüm bulgular Hekate’nin Anadoluve Karya kökenli bir tanrıça olduğunu gösterir. Anadolu’daki kökeni M.Ö. 3000’lere Tunç Çağına kadar uzanır. Miletos Apollon Delphinion’da ki yuvarlak altar da rastlanır. Buradaki Hekate kültünün M.Ö. 78/77 yılına kadar devam ettiği daha geç devirlerden kalan yazıtlardan anlaşılıyor. Apollon ile birlikte Didyma’ da temenos anıtsal kutsal girişin koruyucusu olarak “Phosphoros” (parlak ışık taşıyan) niteliği ile saygı görmüştür.

Hekate kültü için bilinen en büyük kutsal alan, tapınak ve altar sadece Lagina’da bulunmakta. Bu büyüklük, Anadolulu bir tanrıça olan Hekate kültünün bölgedeki saygınlığını ve bölge insanının sahip çıkması sayesinde olmuştur. Burası aynı zamanda falcılığın merkezi olarak da değerlendirilmiştir. 

Yeryüzünde büyünün ve cadılığın kökenlerinin dayandığı söylenen Hekate, Olympos tanrılarıyla ilişkisi olmayan, kişiliği gizemli bir Titan tanrıçadır.  Zeus Titanlara çok güçlü tanrılar olduğu için temkinli yanaşsa da Hekate'yi çok seviyor, saygı duyuyor ve kayırıyor. Etimolojik araştırmalara göre Hekate Grekçe’ye uymamaktadır. 

Aslında He ate Anadolu’ya özgü bir tanrıça ve Efes’li Arthemis’in belirli bir niteliğini yansıtan ve başka adla anılan bir tıpkısıdır. Titanlar arasında güneş soylular diye anılan tanrılar soyundandır. Karia kökenli olduğu kabul görse de henüz kapsamlı bir araştırma yok. Hekate yunan din ve efsanelerine yabancı kalır; Homeros’un kitaplarında adı geçmez iken Hesiodos’un Thegonoia’sında kırk altı dizelik övgü yazılmıştır.

Kavşaklar, giriş yolları, kapı ve bina girişleri, bereket, gece, ışık, ay, sihir, cadılık, şifalı otlar ve zehirli bitkiler, hayaletler, nekromansi (ölmüşlerin ruhlarıyla yapılan büyüler) ve büyücülük ile çeşitli şekillerde ilişkilendirilir.

Hesiodos'un yazdığı Hekate (antik Yunan) sonsuz bir güçte ve saygı duyulan bir tanrıça iken, yine Hristiyanlık ile birlikte daha çok cadılık ve büyücülüğün, şifacı ve iyileştirici yönleri yok sayıldıkça kötülük ile bağdaştırılır olmuş...

Hekate çoğunlukla üçlü formda, aynı kaide üzerinde sırt sırta vermiş üç heykel olarak tasvir ediliyor. Hekate’nin bu üçlü formu; genç kız, genç anne, ve yaşlı bilge kadın kadınlığın üç aşamasıyla da ilişkilendirilir. Bazen de üç yüzlü bir kadın olarak tasvir edilir, yani zamanın üç hali; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek ile varoluşun üç hali olan doğum, yaşam ve ölüm ile ilişkilendiriliyor. Burda Hekate'nin farklı yanları ve farklı kişiliklerine de gönderme yapılıyor. Çoklu kişilik bozukluğuna (kişiliklerden bozukluk diye bahsetmek ileriki çağlarda insanlık aydınlandıkça değişecek ümidindeyim) çağrışımıyla da; bereket dağıtmasıyla Demeter'e, fevriliğiyle Artemis'e, karanlık gizemli yapısıyla Niks'e, ayla ilişkisiyle Selene'ye, hatta intikam ve adalet yönüyle bilinen Nemesis ile benzerlikleri var. Bu üçlü yapısından dolayı romalılar ona Trivia demişlerdir. Trivia’nın kelime anlamı ‘üç yol’ dur. Yol ayrımları, kavşaklar ve girişlerle ilişkilendirilmiştir. Antik dönemlerde yol ayrımlarında Hekate’nin heykelleri bulunurmuş. Hem ev girişlerinde hem de şehir girişlerinde bulunan Hekate heykellerinin kötü ruhları uzakta tuttuğuna inanılırmış. İnsanlar özellikle dolunay zamanlarında bu kavşaklara yiyecekler koyarlarmış ve bu yiyecekler fakir veya toplumdan dışlanan insanlar tarafından yenildiği için, marjinallerin koruyucusu olarak da görülür. Hekateion, arkeologlar arasında 3 yüzlü formu (Artemis-Selene-Hekate) için kullanılan bir terminolojidir. New York'taki Statue of Liberty'nin (Özgürlük Anıtı) de esin kaynağıdır.

“Bana yorgun, zavallı, özgürce nefes almaya hasret toplanmış kitlelerinizi verin, dolup taşan kıyınızın sefil çöplerini verin. Bunları bana gönder, evsizler, fırtınalı bana, altın kapının yanında lambamı kaldırıyorum!” Belki de NY sokakları bu kehanetle evsizlerle doluydu.

Antalya Müzesi'nde bulunan üçlü Hekate heykeli. Roma dönemine ait heykel, MS 3. yüzyıla tarihlenir, mermerden yapılmıştır.

Hekate’ yi niteleyen heykeller, amuletler, mühürler, friz ve rölyefler üzerinde köpek, geyik, aslan, boğa, at, yılan, polos, yarım ay, meşale, hançer, elma, nar, mızrak, anahtar, kamçı vb gibi çeşitli semboller yer almaktadır. Ayrıca köpek eski İran’da da kutsal sayılırdı. Köpek özellikle ay tanrıçasına ait olup tanrıça Hekate’nin başlıca kurban hayvanıdır ve lunar karakter özelliğindedir. Babil, Mısır ve Suriye’nin ay tanrıçaları Astarte, İsis ve İştar’a benzer. Anadolu’ da ise Hellenistik Çağ’dan itibaren gelişerek devamlılık göstermiştir. Roma İmparatorluk döneminde ise Stratonikeia Kenti sikkelerinin arka yüzünde dalgalanarak uçuşan başörtüsü ile aslan başlı, köpek kuyruklu koşan bir hayvan üzerine oturmuş olarak tasvir edilmiştir. Hekate karanlık ayın tanrıçası olarak da görülür ve aya doğru uluyan köpeklerin ona eşlik ettikleri söylenir. Ay’ın köpeği şeklinde üç başlı köpek olarak resmedilmiştir. Yeraltının hakimi Hades’in sahibi olduğu ve ölülerin bulunduğu yeraltı kapısının bekçiliğini yapan üç başlı köpek Kerberos’ta Hekate ile bağlantılıdır ve onun uluması ile onurlandırılmıştır. Ay’ın karanlık zamanı, sihirli güçler ve kara büyünün ve kötülüklerin kontrolsüz hale geldiği andır. Tanrıçaya atfedilen aslan, at ve köpek şeklindeki kafalar belirgin bir biçimde eski devirlere ait üç parçaya ayrılmış yılı sembolize eder. Aslında Kerberos “Köpek Yıldızı Sirius’un” kendisidir. Meşale ise Arthemis’in sembolüdür. Fakat 5. Yy da “Hekate Purphoros” epitheti ile Artemis gibi ay tanrıçası kimliği kazanmış ve meşale ile tanınmıştır. Yunan kültüründe karanlık geçeler de Hekate’nin gece yolcularına meşale ile yardım ettiğine inanılırdı. Bu yüzden betimlemelerinin çoğunda elinde meşale tutar. Önemini de, Persephone’ yi aramak için Demeter’ e meşaleler ile yardım edip yol göstermesinden anlarız. Bir diğer önemli atribüsü anahtardır. Biliyoruz ki Hades’ in kapısını korumak, açmak ve kapamak Hekate’nin elindeydi. Anahtar ve kilit tanrıçanın bir simgesi olarak ölenlerin yer altı dünyasındaki yeni evlerinin kapısını simgelemektedir. Bu nedenle kutsal alanlara Hekate adına kapılar inşa edilmiştir. Antik dönemlerde ise tanrıça Hekate onuruna “Hekatesia-Romania” adında anahtar taşıma şenlikleri düzenlenirdi. Yılan ise çoğu kültürde kutsal hayvandır. Anlam olarak bakıldığında, doğanın esrarengiz döngüsüne hayat veren, hayatın değişimine ayak uyduran ve ölümsüzlüğün aracıdır. Eski çağ medeniyetleri ve Yunanlılarda olmak üzere yılan sembolü tıbbi olarak kullanılmıştır. Ayrıca yılanın büyücülük ve ay ile ilişkisi vardır. Elma ve nar, Antik Çağda verimliliğin, bereketin simgesidir ve hep bir tanrıçaya atfedilirdi. Elma, ölüm ve yaşam üzerinde egemenlik sağlamış Hekate’nin atribülerindendir. Nar ise çok rastlanan bir bitki türü olup Kybele, Demeter, Athena ve Hera elinde nar ile tasvir edilen tanrıçalardır.

Üç tane kutsal simgesi var; anahtar, yeryüzü ve ölüler diyarının sırlarını bilmesinden dolayı, hançer ve ip de büyücülükte sıklıkla kullanılan malzemeler. Hançer ayrıca silah olarak yargıyı ve adaleti temsil eder.

Mitolojik kimlik olarak gecenin, karanlıkların kızıdır. Hekate’nin bir diğer özelliği ruhları yeraltına, yani Hades’e götürmektir ve yeraltı dünyasına açılan kapının anahtarını elinde tuttuğuna inanılmaktaydı. Öte yandan, ölüleri yeraltına götürmeye kılavuzluk eden tanrı Hermes’e oranla Hekate daha ağır, daha ciddi ve hatta daha gaddar gösterilir.

Genelde her Titan'ın belli bir mizacı vardır ancak Hekate'nin zamanla karakterinin değişim gösterdiğine inanılıyor. Bunun sebebi de aslında şifacılık içeren büyüler başlarda iyileştirici bir özellik taşırken daha sonra büyünün, cadılığın, şeytanla ilişkilendirilmesiyle birlikte bizim iyi tanrıçamızın sonralarda kötü bir tanrıça olarak adlandırılmaya başlaması olarak görülebilir.

Hekate ilk başta toprakla bağlantılı cömert bir tanrıçadır (Kybele ve Demeter gibi), insanlara yardım eder, zenginleşip, zaferler kazanmalarını sağlar, bereket ve refah tanrıçası olarak görülür, kahinlere etkili konuşma yeteneği verir. Bu sebeple insanların bir dönem çok dua ettiği bir tanrıçadır.

İki dünyayı birbirine bağlayan köprü olarak görülen Hekate, günümüzde neo paganlar Hekate ritüelleri yapıp onun enerjisini almaya çalışarak, kendilerini ruhlara ve iki dünya arasındaki geçişlere yakın hissetmeye çalışırlar ve ona her şeyin annesi, annemiz derler.

Fakat Hekate sonraları Pagan bir dinden çıkıp yaymaya çalışılan erken Hristiyanlık döneminde, kilisenin manipulasyonuyla, büyücülük ve acımasızca cezalar veren bir tanrıça haline gelir.

Hristiyanlıktaki Testis yani üçleme ile benzeşen; baba, oğul ve kutsal ruh ile de görüyoruz ki tek tanrılı inançlar Pagan inançlarını kötülerken bi yandan beğendikleri kısımları kendilerine almayı ihmal etmemişler.

Hekate’nin adı 125-180 yılları arasında yaşayan Romalı filozof Lucius Apuleius’un 'Dönüşümler' adlı kitabında şöyle anılır:

“Ben her şeyin doğal annesi, bütün öğelerin sahibesi ve yöneticisi, bütün dünyalarda insan neslini başlatan, kutsal güçlerin reisi, cehennemdeki her şeyin kraliçesi, cennette yaşayanların önde geleniyim. Bütün Tanrıların ve Tanrıçaların göründüğü tek biçim benim. Gökyüzünün gezegenleri, denizlerin bütün rüzgarları, ve cehennemin acıklı sessizliği benim irademle idare edilir.

Tüm dünyada değişik biçimler, farklı gelenekler ve birçok adlar altında anılan benim adımdır, tapınılan benim kutsal varlığımdır. İnsanların ilki olan Frigler bana Pessinus Tanrılarının anası, kendi topraklarından çıkan Atinalılar Minerva, denizle çevrilmiş Kıbrıslılar Venüs, yay taşıyan Giritliler Diana, üç dil konuşan Sicilyalılar, korkunç Proserpine, Eleusisliler eski Tanr çaları Ceres, bazıları Juno, başkaları Bellona, başkaları Hekate, Ramnusie, her türlü eski öğretinin ustası olan ve bana doğru dürüst törenlerle tapınan Mısırlılar beni doğru ve en eski adımla Kraliçe İsis diye adlandırırlar.” 

Hypatia

İskenderiye'de Hypatia Öğretimi , Robert Trewick Bone , 1790-1840

İskenderiye Üniversitesi ve kütüphanesinde kadın olduğu için taşa tutulup, çırıl çıplak soyulup, parçalara ayrılıp yakılan, matematikçi, gökbilimci, filozof Hypatia MS 400'lerde demiş ki:

'Kimse senin gibi düşünmese bile doğru olduğuna inandığın şeyi yapmayı bırakma.'

Tarihte ilk kadın filozof ve bilim insanı olarak kabul edilen Hypatia, takribi 350-370 yılları arasında Kuzey Afrika’nın İskenderiye kentinde doğmuştur. Hypatia İskenderiyeÜniversitesi’nin son profesörü olarak kabul edilen İskenderiyeli Theon ’un 2 kızı olarak dünyaya gelmiş, babasının yaptığı gibi bilime merak salmış, ancak onun yaptığının ilerisine geçerek sadece bilimle değil, aynı zamanda felsefeyle de ilgilenmiştir.

Theon, kızını yetiştirirken şu iki düşünce yapısını Hypatia'ya inci gibi işlemişti: 'Bütün dogmatik dinler yanlışlarla doludur ve kendine saygısı olan bir kimse tarafından son gerçek olarak kabul edilmemelidir, ve düşünme hakkını hep kullanmalısın. Çünkü, yanlış düşünmek, hiç düşünmemekten yeğdir.'

Hypatia biraz büyüdüğünde dünyayı dolaşır ve Roma’da ve Atina’da bir süre kalır. Atinalı filozof, yeni-eflatuncu Plütark’tan dersler alır. Sonraları yaşamının tümünü doğduğu kentte geçiren Hypatia, çağdaşı kadınların aksine oldukça özgür bir yaşam sürmeyi başarmış, iki tekerlekli arabasıyla şehrin çeşitli bölgelerine seyahatlere çıkabilmiş, kentin ileri gelen memur ve yöneticileriyle görüşmeler yapabilmiş ve diğer kadınlar ev işleri ve çocuk yetiştirmeyle meşgul olurken o, bilimsel ve felsefi metinleri yorumlayarak öğrenci yetiştirmeyi başarabilmiştir. Afrika’dan öğrenciler salt Hypatia’nın öğrencisi olmak için akın akın İskenderiye’ye gelirlerdi. Özellikle Platon ve Aristo’nun felsefesiyle yakından ilgilenerek Platon’un felsefesini açıklamayı amaçlamış ve yaptığı çalışmalar neticesinde Neo - Platonist olarak anılmıştır. Zekasının yanında güzelliği ile de oldukça ünlenen Hypatia, Platon’un zekâsı ve Afrodit’in güzelliğine sahip olarak anılagelmiştir. Prensler, filozoflar Hypatia’ya evlenme önerisinde bulunmuş olmalarına rağmen belki de hiçbirini aklına eşit bulmamış olacak ki, “ben gerçekle evliyim” diyerek önerileri hep geri çevirmiştir.

Yıllar sonra Hypatia babasından öğrendiklerine kendi öğrendiklerini de katıp şöyle yazdı:

 “Masallar masal diye, efsaneler efsane diye anlatılmalıdır. Boş inançları gerçek diye öğretmekten daha korkunç bir şey olamaz. Çocuk aklı bunları kabul eder ve çocuk yanlış şeylere inanır. Bu yanlış inançlardan arınmak çok zor olur, uzun yıllar alır. İnsanlar boş inançlara bir gerçekmiş gibi inanıp uğruna dövüşürler. Hatta boş inançlar uğruna daha fazla dövüşürler, çünkü boş inanç öylesine elle tutulmazdır ki çürütülmesi nerdeyse olanaksızdır.”

Hypatia’nın yaşadığı dönemde İskenderiye kenti araştırma açısından dünyanın diğer bölgelerine kıyasla oldukça gelişmiş imkanlara sahipti. Şehir kütüphanesinde bulunan 500.000 yazma ve bölgede yer alan Museum binası araştırma yapmak için oldukça elverişli bir ortam yaratıyordu, bu elverişli ortamdan payını düşeni almak için imparatorluğun dört bir yanından bir çok bilim insanı ve öğrenci şehre akın etmekteydi. Söylenene göre, Julius Caesar devrinde İskenderiye Kütüphanesi’nde 750.000 cilt kitap bulunuyordu ki bunların başında başlangıcından o güne kadarki bütün Grek edebiyatı eserleriyle sayısız bilim kitabı da geliyordu. Hepimizin çok yakından tanıdığı matematikçi Öklid (Euclid M.Ö-300) bu merkezde yaşamıştır. İskenderiye Kütüphanesi, felsefe okulu, müzesi ve bunlardan daha da önemlisi “eklektik” olarak adlandırdığımız geniş bir bakış açısına sahip öğretisi ile ünlüydü.

İskenderiye eklektik okulunda yeni Plâtoncu geleneği hâkimdi. Bu okul hangi inanca veya felsefi tarza sahip olursa olsun herkese açtı. Farklılıkları bir çatışma unsuru olarak algılamayı değil, çeşitli

görünümlerde olan bu yaklaşımları tek ve aynı kaynağa yönelterek, insanlık tarihinin belleğindeki kadim bilgiyi inisiyelerden filozoflara ve topluma aktarma çabası gösteren bir felsefe okuluydu.

Entelektüel bir ortamda kendisine oldukça sağlam bir yer bulan Hypatia’nın 390’lı yıllarda tanınmaya başladığı ve 400 yılında da İskenderiye’deki Platoncu okulun başına geldiği bilinmektedir. Birçok öğrenciye ev sahipliği yapmakta olan bu okul içerisinde kozmopolit bir yapı hakimdi, öğrenciler arasında paganolanların yanında Hristiyanlar da vardı, bu iki farklı grup birbiri arasında uyum içerisinde çalışmaktaydı. Okulda matematik, astronomi gibi bilimsel derslerin yanında felsefe dersleri de verilmekteydi. Hypatia öğrencilerine verdiği derslerin yanında şehirde yaşayan diğer insanlara açık şekilde bazen kendi evinde, bazen de okulda dersler vermekteydi. Kamuya açık olarak verilen bu dersler daha çok matematik ağırlıklıydı. Felsefe dersleri ise Hypatia ve öğrencileri arasında işlenen ve dışarıya aktarılmayan derslerdi. Okulun öğrencileri İskenderiye’nin nüfuzlu ve zengin ailelerinin çocuklarıydı, bunun yanında okulda başka  şehirlerden gelen öğrenciler de bulunmaktaydı. Hypatia’nın nüfuzu öğrencileri aracılığıyla Constantinopolis dahil olmak üzere imparatorluğun hemen her bölgesine ulaşmaktaydı. Hypatia öğrenci yetiştirmenin yanında önemli bilimsel çalışmalara da imza atmaktaydı. Pergeli Apollonius’un Konikleri, İskenderiyeli Diophantus’un Aritmetik ası ve Astronomik Kanon, onun imzasını attığı önemli çalışmalarıydı. Ayrıca hiperbol, parabol ve elipsler çalıştığı çeşitli konular olmuştur. Anlaşılması zor olan matematiksel konular üzerine Hypatia tarafından yazılan yorumlar Arap fetihleri sırasında ne yazık ki yok edilmiştir. Hypatia matematik üzerine birçok kitap yazmıştır. Ne yazık ki bu kitaplardan günümüze ancak bazı parçaları kalabilmiştir. Çoğu İskenderiye Kütüphanesi yangınında ve Serapis tapınağının yobaz halk tarafından yakılıp yıkılmasında zarar görmüştür. Babasıyla birlikte Öklid üzerine en az bir kitap yazdığı bilinmektedir.

Diofantos’un astronomi üzerine çalışmalarına katkıda bulunan bir yapıtının parçaları 15. yüzyılda Vatikan kitaplığında bulunmuştur. Hypatia’nın bir de Apollonius’un Konikleri Üzerine adlı bir kitap da yazdığı bilinir. Hypatia’dan sonra 17. yüzyılın ikinci yarısına değin bu konuya dokunulmamıştır, ta ki Descartes, Fermat, Newton, Leibniz gelene dek. Bunun dışında, Ptolemaios’un astronomi ve Diofantos’un aritmetik kitaplarına düştüğü notları da vardır. Hypatia, gökyüzü gözlemlerinde,su arıtmada, denizcilikte kullanılan çeşitli buluşlarıyla da ünlüdür. Hypatia, büyük geometrici Pergeli Apollonuius’un çalışmaları ve Diyofantus’un Aritmetika ’sı da dahil olmak üzere kendi eleştirilerini içeren kitaplar yazdı. Diyofantus üzerine yazıları ayrıntılıdır, çünkü cebirin babası olarak görülse de bilindiği üzere yoğun ve anlaşılması zor bir yazardı. Hypatia’nın açık ve anlaşılır açıklamaları olmasa, orijinal çalışmaları yaşayamaz ve modern matematiğin temelini oluşturamazdı. Sadece diğerlerinin keşifleri üzerine eleştiriler yapmakla tatmin olmayan Hypatia, kısa bir süre sonra kendi araştırmalarına yöneldi. Bu sıralarda yeni tür bir usturlap geliştirdi. Astronomlar tarafından güneş ve yıldızların konumlarını hesaplamak için kullanılan bir aletti bu. Ayrıca daha fazla dünyevi gözlem yapmak için bir dizi alet yaptı. Yaptığı aletlerin arasında suyun altındaki nesnelere bakmak için bir hidroskop ve sıvıların yoğunluğunu ve özgül ağırlıklarını ölçmekte kullanılan hidrometre de vardı.

Hypatia, sahip olduğu bilgileri cesurca ve kaygı duymadan öğrencilerine anlatmaya, dönemin önemli siyaset, bilim, din adamlarıyla görüşmeler yapıyordu. Bu bilgiler görünüşte ayrı olan inançların özündeki ortak bilgiye dayanıyordu. Daha sonra İskenderiye Valisi olacak olan Orestes ve Ptolemais’in piskoposu olacak olan Synesius öğrencileri arasında idi. Sonradan büyük bir filozof olan Synesius ona hayranlığını ve ilmine duyduğu takdirlerini içeren pek çok mektup yazmıştır. Synesios’un Hypatia’ya yazdığı mektuplar, felsefe tarih kitaplarında günümüze kadar gelmiştir.

Eğer Hypatia ve Theon olmasaydı Batlamyus (Ptolomy), Öklid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze kadar ulaşamayacaktı. Kendisi ve babası Batlamyus’un astronomi kitaplarını düzenlediler ve yorumladılar. Ortaya çıkardıkları, canlandırdıkları bilgileri, öğrencilerine aktardılar. Yorumların bir tanesinin girişinde babasının, “Bu baskı filozof olan kızım Hypatia tarafından hazırlanmıştır” yazdığını görüyoruz.

Hypatia, Roma’nın yavaş yavaş çökmeye başladığı karmaşık bir dönemde yaşadı. Şehrin genel eğitim seviyesi çok düşüktü, bilgiye ulaşmak zahmetliydi, mesafeleri aşmak çok zordu. Kısacası tam bir orta çağın yaşandığı dönemde, Hypatia bilime yaptığı katkılarla o döneme ışık oldu. Doğayı mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı.

Hypatia’nın yaşadığı dönemde İskenderiye şehri oldukça kozmopolit bir yapı ihtiva etmekteydi. Şehirde Hristiyan, Yahudi ve Pagan gruplar birlikte yaşamaktaydı. Farklı inançtaki bu dinler zaman içerisinde birbiriyle çatışmaya başladı, Hypatia’nın yaşadığı yıllar da çatışmaların en üst düzeyine eriştiği bir dönem oldu. 385 yılında başrahiplik görevine Theophilus’un gelmesi paganlar için bir dönüm noktasıydı, nitekim rahip göreve geldiği andan itibaren çok tanrılı inanca sahip insanlara karşı adeta bir seferberlik ilan etti. 412 yılında Theophilus’un yeğeni olan Cyril’in başrahip olmasıyla, onun yönetimi altında dini erk günlük yaşamın tüm alanına yayılmaya başlamıştır. Sevilmeyen bir kişilik olarak ortaya çıkan Cyril’in şehirde nüfuz kazanmaya çalışması Vali Orestes ile de arasının açılmasına sebep olmuştur. Bu ikili arasındaki güç kazanma yarışında Hypatia da Vali Orestes’in tarafını seçmiştir. Nitekim Orestes’in şehre ilk atandığı günden itibaren Hypatia ile arasında dostane bir ilişki kurulmuş ve Vali Hypatia’nın desteğiyle şehirde kendine yakın bir hizip kurmayı başarmış. Ancak Cyril, göreve geldikten sonra Hristiyan olmayan nüfusa adeta savaş açmış , ilk hedefi şehirdeki Yahudiler olmuştur. Hypatia da bu saldırı sırasında Yahudilerin tarafını tutmuştur, ancak onun desteğine rağmen Yahudiler saldırılardan kurtulamamış ve sindirilmeye çalışılmışlardır. Yahudilerden sonra sıra Orestes’e gelmiştir. Cyril, Orestes’in gücünü kırmak için onun en büyük destekçisi olan Hypatia’yı ortadan kaldırmaya karar vermiş, amaçlarına ulaşmak için de onu itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Bu yüzdendir ki Hypatia, Cyril ve adamları tarafından 12 Levha Kanunlarından itibaren suçların en büyüklerinden biri olarak kabul edilen kara büyü ile suçlanmıştır. Bu iddiayı güvenilir kılmak için Hypatia’nın babasının astroloji ve astronomi ile ilgili olan çalışmaları olduğunu ve İskenderiyeli astrologların onu ziyaretettiğinden bahsetmişlerdir. Ayrıca Vali Orestes’in kiliseye gitmeyi bırakmasının ve Başrahip Cyril ile arasının bozulmasının tek müsebbibinin Hypatia olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böylece yıllardır Hypatia’yı üstün bir filozof ve bilim insanı olarak gören halk, onun kara büyüyle uğraşan bir cadı olduğunun zannettirilmesiyle vatandaşların gözündeki olumlu Hypatia algısı zamanla tersine dönmüştür.

Hypatia’ya karşı yapılan propaganda nihayetinde sonuç vermiş ve bilge filozof 415 yılında bir gün arabasıyla evine dönerken arabasından indirilerek, Caesarion adlı kiliseye götürüldü, Kiril'in sağ kolu Peter the Reader'ın önderliğindeki keşişler onu çırıl çıplak soydular, ostrakios denilen çömlek parçaları ile ve istiridye kabukları ile derisini ve etini keserek parçaladılar, etini kemiklerinden kazıdılar ve parçalanan etlerini ateşe atarak onu yok etmeye çalıştılar. Ölümünden sonra cansız bedeni Cinaron adlı bir yere götürülerek burada yakılmıştır. Ünlü Bizans tarihçisi Suda (10. Yüzyıl), Hypatia’nın suikasta uğramasının nedeni olarak Cyril’in ona karşı olan kıskançlığını gösterir ve cinayetin evinden çıktığı sırada işlendiğini söyler. Hypatia cinayeti esasen yine dinleri kullanan siyasi bir olay olarak göze çarpmaktadır. Başrahip Cyril’in İskenderiye şehrinde nüfuz kazanmak için Vali Orestes’in alaşağı edilmesi için ona en yakın isim olan Hypatia’yı ortadan kaldırması olayın siyasi ayağını oluşturur. Cyril hedefine ulaşmak için Hristiyanların dini duygularını sömürmüş ve büyüyle hiç uğraşmadığı bilinen Hypatia’yı kara büyücülükle suçlamış ve onun büyük bir vahşet içinde öldürülmesine sebep olmuştur.

Tarihte bilinen ilk kadın matematikçi olan Hypatia’nın yazdığı kitaplar, kütüphane saldırısında yok edildi. Feminist sanata da konu olan Hypatia hakkında çok sayıda roman, oyun ve şiir yazıldı. Hypatia’yı “Bağnazlığın masum bir kurbanı” diye tarif eden Voltaire, öldürülmesini ise ‘sorgulama özgürlüğünün yok ediliş simgesi’ olarak görmüştür.

Günümüzde bile kadının hem toplumdaki hem de bilimdeki yeri tartışılırken, 1600 sene önce yaşamış olan İskenderiyeli Hypatia (MS 370–415), felsefe ve bilim alanına önemli katkılarda bulunmuş ancak dönemin gerici zihniyeti tarafından, O’nun, “inanmadan önce sorgula ve bildiklerinin arkasında dur” olarak belirtebileceğimiz düşünce tarzı sebebiyle yok edilmiştir. Bu sadece Hypatia’nın değil bilim dünyasının da cinayetiydi ve tarih boyunca da başka örnekleri yaşanacaktı. Bağnazlık, dogmatik düşünceler ve boş inançların toplumu nereden nereye götürdüğünü gösteren çarpıcı bir öyküdür Hypatia'nın yaşamı.

Peki bilimsel olarak insanın ilk çıkış tarihi kanıtlarına baktığımızda yapıcı, doğurgan ve bereketli Anaerkil düzen nasıl bir evrim geçirdi ki kadın, zaman içerisinde mülkiyetçi ve egemenlik hırsındaki yok edici ataerkil sistem geliştirildikçe, en alt kademesinde istismar edilirken kendini buldu?

Willendorf Venüsü, yaklaşık 30.000 yıl önce ortaya çıkan ve Avrupa’ya dağılmış olan Gravettian kültüründeki insanlarla ilişkili. 

Ne oldu da kadın bu alt üst oluşu yaşadı?

Başlangıçta kadının doğurganlık özelliğinden dolayı ilk insan toplulukları kadını kutsadı. Kadının göğüslerinden akan süt, besin kaynağının çok zor elde edildiği bir dönemde hazır besin olarak, mucizevi bir özelliğe sahipti; aynı zamanda kadın bedeninin genişleyip tekrar küçülmesi, yeni bir bedeni içinden çıkarabilmesi, belirli dönemlerde bedeninin kanayarak yenilenmesi de bir mucize olarak görülmekteydi. Kadın bedeninden yeni bir yaşamın ortaya çıkması, süt ile besleyebilmesi; ayrıca sütünün hastalıklara karşı koruyucu etkisi, kadını erkek karşısında özellikli kılmıştır. Kadının doğuştan gelen bedensel farklılıkları, erkek bedeninin yalın özellikleri karşısında kadına bir üstünlük sağlıyordu. İnsanlığı yaratanın “ana”, yani doğuran kadın olarak görülmesi

bu özelliklerinden dolayı anlaşılır. Böylece Ana Tanrıça kültüyle ilgili inanç ortaya çıktı.

Binlerce yıldırsa Ana Tanrıça statüsünden - eril düzen içerisinde - tahtından indirilmeye çalışılıp, her türlü istismar edilip, evlere hapsedilmeye çalışan kadının, her şeye rağmen direndiğini ve her tarihte bunun izlerini görürüz.

Antik dönem eserlerindeki kadın tipleri, Yunan dünyasının kadına bakış açısını gözler önüne sermektedir. Özellikle konusunu mitolojiden aldıkları görülmektedir. Çünkü tek tanrılı dinler ve pek çok kültürü de etkilemiş olan mitoslar, insanlığın bugüne gelişinin öyküsünü verebilecek kültürel zenginlikler içeren, 'kültür olgusunun DNA’sıdır denilebilir. Mitler, toplumsal bilinç dışının ürünleri olarak on binlerce yılın toplumsal deneyim, kültürel birikim, duygu, korku ve kabullenişlerini ifade eder. Bundan dolayı mitoslar, kelimesi kelimesine değiştirilmeden günümüze gelmiş ölü sözler değil;

aksine içinde yaşadığı her topluluk ve kültürden birşeyler taşıyan, yaşadıkça değişen ve gelişen bir organizma gibidir. Kültürleri ve toplumları etkilemelerinin yanı sıra içinde yaşadıkları toplum ve kültürden de etkilenirler. Bundan dolayı mitlere bakılarak bir toplumun kültürü, yaşayışı kısmen de olsa anlaşılabilir.

Örneğin, MÖ 8. yüzyılda yaşamış, Antik Yunan dünyasının önemli ozanlarından Homeros (şiirlerinde anlattığı insan iradesinin, tanrı iradesi karşısında özgürlüğünü kazanmak için verdiği mücadele ve bunun sonraki felsefe tarihinde de irdelenmiş olmasından dolayı Aristoteles, Homeros’u ilk filozof olarak görmüştür) da kafasında yarattığı kadın figürlerine şu dizelerle yön verir; 'ya karısı yapsın seni, ya kölesi'.

Kahramanların (elbette erkek cinsiyetinde olan kahramanların) birçok tutsağı olur. Yağma ettikleri kentlerden aldıkları bu kadınları güzel, soylu ve hamarat iseler asıl karıları gibi sever ve sayarlar. Vefasız eş, aklı havada genç kız, olarak gösterilen, İlyada’da evlilik dışı bir ilişkiye giren güzeller güzeli Helena, Troya Savaşı’na neden olur. Sonraları Odysseia'dan Helena'nın, Troya Savaşı sonrası, Menelaos ile tekrar Sparta’ya getirildiğini öğreniyoruz. Bu destanda ise Helena; saygın bir kraliçe, iyi bir ev kadını ve sevgi dolu bir ana gibi görülür. Yani yine eril bir kafa olan Homeros tarafından da kadın figürü başına buyruk olmadığı ve evine hapsolduğu, bir ana olup, etrafına hizmet ettiği müddetçe erdemli ve saygın bir figür olarak gösterilmektedir.

Yine bakın erdemli bir kadın olarak yazılmış Andromakhe’den ise, Homeros dışında Antik tiyatro yazarlarından yine erkek olan Euripides, nasıl söz etmiş:

Euripides’in “Troyalı Kadınlar” adlı oyununda Andromakhe, erdemli bir kadın portresini çizerken şöyle demiş:

“… Kadınlarda bulunan erdemleri

 Hektor’un çatısı altında elde ettim.

Ve özellikle doğru olsun olmasın

dışarı çıkan kadının suçlanması;

evde kaldım böyle bir isteğim olmadan.

Evden ırak tuttum kadın dedikodularını, söylentilerini.

Salt aklımın bilgeliğine inanarak.

Kocamın yanında dilim suskun, bakışlarım sakindi…”

Andromakhe’nin diğer başka dizelerde de söylediklerinden soylu sınıftan bir kadının kocası tarafından sevilmesi için yalnız güzel olmasının yeterli olmadığını, güzelliğin yanısıra erdemli olmalı, erkeğinin her sıkıntısına sessizce göğüs germeli, onu her şartta sevmeli, erkekler gibi şehvet peşinde koşmamalıdır. İki erkek ozan (Homeros ve Euripides tarafından betimlenen bir kadın figürü olan) Andromakhe’nin bu anlatımından aynı zamanda erdemli kadının nasıl olması gerektiğini de öğreniyoruz (!)...

Troya Kralı Priamos ile Hekabe'nin kızı olan Kassandra, savaşta ağabeyi Hektor'u ve sözlülerini kaybedeer. Troya Atı’nın getireceği tehlikeden dolayı çevresini uyarmaya çalışmış, ancak dinleyeni olmamıştır. Kassandra'nın en büyük arzusu geleceği bilmek ve rahibe olmaktı. Tanrı Apollon onu arzular ve ona bir teklif sunar; Kassandra onunla birlikte olursa ona geleceği görme yeteneği vereceğini söyler. Kassandra, ilkin Apollon ile olmayı kabul eder; Apollon, Kassandra' nın ağzına tükürür ve o, böylece geleceği görme yeteneğine sahip olur; ancak bakire bir rahibe olma isteği, Apollon'a verdiği sözden daha ağır bastığı için Apollon ile birlikte olmaz. Apollon bu duruma çok sinirlenerek Kassandra'yı lanetler. Lanete göre; Kassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacak ve en çok istediği rahibeliği yapamayacak; aksine bir kadın olarak aşağılanacaktır. Gerçekten de öyle oldu. Troya Savaşı’nı ve savaşın sonucunu görmesine rağmen kimseyi, gördüğü şeylerin yaşanacağına inandıramamış; çaresizce savaşın başlamasını ve olayları izlemek zorunda kalmıştır. Akhalı kahraman Aias tarafından Athena Tapınağı'nda kendisine tecavüz edilmiş ve böylece Apollon ondan öcünü almıştır. Daha sonra da Agamemnon'un savaş esiri olarak Sparta'ya götürülür; ancak Agamemnon'un karısı Klytaimnestra tarafından öldürülür. Kassandra’nın yaşamı gerçekten de bir lanete uğramış olduğu hissini vermektedir. Yine burada bir erkeğin sevişme isteğine itaat etmeyen bir kadının ne tür lanetlerle yüzleştiğini okuyoruz.

Homeros’un “Odysseia” destanının ana karakterlerinden olan Penelope ise, İthaka Kralı Odysseus’un eşidir. Kocasının yirmi yıl süren yokluğunda, ona her zaman sadık kalmış, kocasının bir gün geri

geleceğini düşünerek oğlu Telemakhos’u büyütmüştür. Bu yönüyle Penelope, Yunan toplumunun ideal kadın portesini çizmektedir. Eşinden ayrı kaldığı süre boyunca; başka kocaya varmamak için ayak diremesi, her gece ördüğü dokumayı sökerek, kendisine ve zenginliklerine talip olanların isteklerini zekice ve sabırla erteleyerek eşine sadık kalması, bu şekilde Odysseus, maceradan maceraya atılırken; Penelope'nin, onun sarayının ve mal varlığının bekçisi olup, Odysseus'a sadık kalması onu, evlilikte vefa ve sevginin simgesi yapmıştır. Homeros destanlarında; kadının ilk işi, ev halkının giyimini sağlayacak kumaşlar dokumaktır. Kadın, gününü evde dokuma tezgahının başında geçirir; ne kadar ustaysa bu işte, kadınlık değeri de o kadar artar. Odysseia”da daha çok Odysseus’un kahramanlığı ve maceraları ön planda tutulmuş; oysa büyük bir erdem timsali olan karısı Penelope, arka planda bırakılmıştır. Çünkü Penelope’ye, Yunan Kahramanlık Çağı kadınlığının tipik bir rolü verilmiştir. Geleneksel Yunan toplumunun bakış açısına göre; o, bir kadındır ve Antik Yunan toplumunda kadının görevi, evi evirip çevirmek ve kocasına sadakatle bağlı olmak ve ne olursa olsun bu durumu her şeyden, kendinden bile, üstün tutmaktır… Oysaki Odysseus’un dönüşün Penelope’nin zaferiydi. Çünkü yıllarca kocasının dönmesini birçok güçlükle mücadele ederek ve büyük bir sabırla beklemiştir. Penelope, Odysseus’a göre ön planda olmasa da Yunanlar onu bir tanrıça mertebesine yükselterek; sadakatin sembolü, evin ve ocağın koruyucusu yaparak, bir nebze de olsa onu takdir ederek, bu haksızlığı kısmen de olsa gidermişlerdir.

İphigeneia, Mykenai Kralı Agamemnon ve Klytaimnestra’nın kızıdır. İphigeneia mitosu Troya Savaşı’yla ilgili olduğu halde, Homeros’un ondan pek söz etmediğini, İlyada’da sadece birkaç yerde “İphiannasa” diye geçtiğini; ancak tragedya yazarları, özellikle Euripides’in “Euripides, İphigeneia Aulis’te” ve “İphigeneia Tauris’te“ adlı eserlerinde ondan ayrıntılı bir şekilde söz ettiğini görüyoruz. Akha ordusunun Troya'ya varmak için on yıllık bir zaman yitirdiği anlatılır.

Bunun bir süresi savaşa katılacak çeşitli filoların, Euboia yarımadasının karşısında yer alan bir liman olan Aulis'te toplanmasıyla geçmiştir. Akhalar orada toplandıktan sonra gemilerin yola çıkması için gerekli rüzgârın esmesini beklemişler. Fakat beklenen rüzgar bir türlü esmemiştir. Bu durum bilici Kalkhas'a sorulunca, verdiği cevap Agamemnon'u kızdırır; çünkü rüzgarın esmesi için kızı İphigeneia’yı kurban etmesi gerekir. Agamemnon avlanırken Artemis’e adanmış kutsal bir geyiği öldürür ve bu şekilde tanrıçayı kızdırır. Bundan dolayı Artemis rüzgarın esmesini önler. Tanrıça, ancak Agamemnon’un kızı İphigeneia'yı kendisine kurban verirse, öfkesinden vazgeçecek ve filonun yola çıkmasını sağlayacaktır. Agamemnon, önce buna yanaşmaz, fakat önderlerin ve özellikle Menelaos'la Odysseus'un ısrarları üzerine Akhaların çıkarını kendi çıkarından üstün tutmaya karar verir. Kralın ailesi Mykenai'de kalmıştır, Agamemnon, İphigeneia'yı Akhilleus'la nişanlamak için onu getirmesi için karısı Klytaimestra'ya haber gönderir. Klytaimestra, kızını Aulis'e getirir ve böylece İphigeneia, kurban edilmek üzere sunağa çıkar; bıçak tam boğazına saplanacağı anda Artemis, kıza acır ve onu havaya kaldırıp, kurban bıçağının altına bir geyik koyar. Bunun üzerine rüzgârlar hemen esmeye başlar, filo Troya'ya gitmek üzere yola çıkar. İphigeneia’nın kurban edilmesi, Antik Yunan toplumu hakkında - her ne kadar mitos olsa da - bize bir fikir vermektedir. Bu mitos,bir bakıma genç kızların kendilerine sorulmadan, kendilerinden büyük kişilerle -ailelerin selameti için- evlendirilip yine bir çeşit sürgün hayatını da temsil ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü daha çok Arkaik ve Klasik dönemde, kendisinin söz hakkı yoktur; yaşamı hakkında baba ya da otorite ve toplum

ne derse o olur. Genç kızlar, toplum yasalarıyla o kadar sıkı sarmalanmışlar ki kendi kaderlerine razı olmalarından başka çareleri yoktur.

Bir başka dize de:

“…Alkinoos kendine karı aldı onu,

 Arete’yi öyle saydı, öyle saydı ki,

 Hiçbir kadın böyle sayılmadı yeryüzünde,

 erkeğinin buyruğunda, evinde yaşayan hiçbir kadın,

 hem çocukları, hem kocası saydı onu yürekten,

 halk da bir tanrıça gibi baktı ona,

 tatlı sözlerle selam verirlerdi kente inince o,

 çok akıllıydı, iyi yürekliydi de ondan,

 yatıştırırdı bütün kavgalarını erkeklerin.”

Troyalı kahraman Hektor’un annesi Hekabe ve karısı Andromakhe gibi Anadolulu kadınların yanısıra, Helena ve Penelope gibi Yunanlı karakterler de anaç özellikleriyle ya da ağır başlılıklarıyla betimlenmişlerdir. Bu durum Anadolulu bir özellik olup, Kıta Yunanistan’daki kadının; gerçek hayatta mit ve öykülerde anlatıldığı gibi istediğini yapabilme özgürlüğüne sahip olmadığını gösterir. Homeros destanlarındaki ana - oğul, ana - kız arasındaki ilişki, Anadolulu bir özellik olarak, anaerkil düzenin kalıntılarına işaret etmektedir.

Homeros ve Hesiodos'un yani yine bu iki erkek ozanın da yarattığı tanrılar evreni, hem görsel sanatlara malzeme olmuş hem de İlkçağ felsefesinin oluşumunda rol oynamıştır.

Yunan Arkaik döneminin Homeros’tan sonra, en önemli didaktik epiğin yaratıcısı sayılan Boiotialı Ozan Hesiodos ’un “Theogonia”sı , bir tanrıçayla - yani bir kadınla - (Gaia) başlar fakat en sonunda bir tanrının - yani bir erkeğin - (Zeus) iktidarıyla şekillenir. “Theogonia”da anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişin izlerini görürüz. Hesiodos, klasik mitolojinin ataerkil etkilerini tanımlayarak, fani kadın Pandora ’ yla ataerkilliği zirveye taşımıştır. Antik Yunancada 'Tanrılar armağanı' anlamına gelen Pandora yukarıda da değindiğim gibi, insanlığın ilk geliniydi ve Tanrıların insanlara “ceza” olarak sunduğu ilk kadın olan Pandora, elindeki kutuyla dünyaya kötülük saçarak acı ve üzüntüyü getirmiş ve erkeğin kadın için oluşturmak istediği imaja uygun bir rol üstlenmişti. Böylece Hesiodos, anlatımlarıyla ataerkil toplumun inşasını destekleyerek geleneksel Antik Yunan bakış açısını yansıtır.

Homeros, belki de Anadolulu olma özelliğiyle ve Anadolu’daki kadın imgesi - yani hala bir anaerkillik kokması - nedeniyle kadınları hor görmemiştir; çünkü anaerkil düzende kadın değerli ve kutsaldır, ona kötü söz  örgüsü içerisinde kadın karakterler, - destandaki erkek karakterlere göre yine geri planda işlenmişse tabi - bazı durumlarda yüceltilmiş; erkek tarafından değer verilen, yeri gelince kendisinden öğüt alınan olarak da gösterilmiştir. Kıta Yunanistan’da yaşayan ve oranın kültürünü alan Hesiodos’ta ise kadın, Pandora örneğinde olduğu gibi genellikle değersiz, insanlığın başına gelen bir felaket olarak görülür. Antik dönem Yunanistan’daki kadının statüsüne bakıldığında; çok sorgulamayan, eğitimsiz, az yiyen, salt iş ve hizmet düşünen, kocasına çocuk doğuran, toplumsal yaşantıdan kısmen soyutlanmış, evin sınırları içerisine hapsedilerek ev yaşantısının yönetimi kendisine verilmiş, siyasal ve kısmen sosyal haklardan mahrum bırakılmış; sadece din alanında kendisine yer edinebilmiş bir perspektif sergiler.

Aiskhylos’un ve Sophokles'in eserlerinde de yine yazarların da eril Yunan toplumunun düşüncesini paylaştığı görülmektedir. Bu eserler erkek yazarlar tarafından yazıldığından, görmek istedikleri kadın tiplemelerini idealize etmiş; diğer yandan karşı koyan, özgür hareket eden, kendi kişiliğini konuşturan kadınlar, kötü karakterli olarak betimlenmişir.

Eserlerinden bir kaç örnek dize:

'İsmene:

Aklından çıkarma sakın, kadınız biz,

altından kalkamayız erkeklerle mücadelenin.

Bizi yönetenler bizden güçlü, şimdikinden

acı bile olsalar boyun eğmeliyiz emirlerine...'

'Kreon:

Bu kız yasalara karşı gelmeye

cüret ederken ne yaptığını iyi biliyordu,

şimdi de marifetiyle gururlanıp

eğlenerek bize hakaret ediyor.

İktidarımı hiç ceza görmeden çiğnerse böyle,

bana değil ona erkek denilecek .”

Kreon’nun, Antigone’yi cezalandırmak istemesinin bir nedeni de; kadınların olması gerektiği yerde, yani evinde, olmasını istemesidir. Çünkü kadın isyan etmemeli erkeğe itaat etmelidir. Antigone iktidara, bir erkeğe karşı çıkarak, aynı zamanda toplumdaki cinsel hiyerarşiyi de tehdit etmektedir.

Nitekim, Euripides ve diğer Antik dönem erkek yazarlar da kadına aynı anlayışla yaklaşmışlar:

“Yaşayan ve bir irade sahibi olan yaratıklar içinde

biz kadınlar kuşkusuz en zavallılarıyız.

Büyük bir bedel ödeyip bir kocaya vardığımızda,

onu, bedenimizin de sahibi olarak kabul etmek zorundayız…

Bir kadının hoş değildir boşanması,

imkansızdır bir erkeği reddetmesi…

Eğer başlarsa sıkılmaya evdekinin varlığından,

dışarı gider ve bulur bir çare can sıkıntısına.

Biz kadınlar mecburuz sadece tek bir adama bakmaya.

Ve derler ki bize,

biz evde tehlikelerden uzak yaşıyormuşuz,

onlarsa gidiyorlarmış savaşa, salaklar.

Bir savaşta üç kez en ön safta yer almayı yeğlerdim,

bir çocuk doğurmaktansa…”

'...Ayrıca… Biz kadınlar kararsız kalırken iyilikler hususunda, yaratıcı ustasıyız her türlü kötülüğün.”

'…Evde erkeğin değil de kadının sözünün geçmesi utanç verici değil mi? Kent içinde, erkeğin değil de annelerinin adlarıyla anılan çocuklardan da nefret ederim…”

'…Bir erkeğin hayatı binlerce kadına bedeldir...” diyerek;

Antik Yunan toplumunun bakış açısına paralel bir anlayışla, erkeklerin kızlara oranla daha değerli ve bir genç kızın hayatının toplumsal çıkarların yanında değersiz kaldığını göstermektedir.

MÖ 446- 386 yılları arasında yaşamış yazar Aristophanes, “Lysistrata” başta olmak üzere birçok komedi eserinde  kadınların zekâsı ve görünüşleriyle, sıkça alay eder, kadınları acımasızca yerer. Eserlerinde, neredeyse tüm kadın tipleri çok konuşur ama işe yarar bir şeyler söyleyemezler. “Lysistrata” adlı eserinde geçen diyaloglarda bir yandan kadın karakterlerin , cinselliklerini kullanarak savaşa son vermelerini küçümsemiş ve gülünç bulmuş; bunu başarmalarını da cinselliklerine ve kurnazlıklarına borçlu olduğunu göstermeye çalışmıştır:

“Lysistrata: Kuduracağım öfkeden, olur şey değil! Bir de erkekler bizi kurnaz, becerikli bilirler.

Kleonike: Öyleyizdir ya. … Kadın kısmının evden çıkması kolay mı? Kimi kocasına bakacak, kimi çocuğunu yatıracak, yıkayacak, yedirecek.

Lysistrata: Ama başka işler de var, çok daha önemli işler.

Kleonike: Pek nazik bir şey olsa gerek bu evirip çevirdiğin mesele.

Lysistrata: … Yunanistan’ın kurtulması kadınların elinde.

Kleonike: Yandı öyleyse Yunanistan!

Lysistrata: Devletin işlerini ele almalıyız. …

Kleonike: Böyle parlak işleri kadınlardan nasıl beklersin? Akıllı kişilerin işleri bunlar.

Bizim işimiz gücümüz boya sürünmek, takıp takıştırmak, sarı fistan, süslü pabuç edinmek…

Lysistrata: İşte bunlar bizi kurtaracak; o sarı fistancıklar, o kokular, o süslü sandallar, o

incecik gömlekler…”

Ayrıca Aristophanes; kadınlar hakkındaki düşüncelerini, birçok replikte ve özellikle Euripides’in ağzından söyletmiştir.

“Erkek Korobaşı:

 Euripides en akıllısıymış şairlerin:

Sahiden kadınlardan aşağılık yaratık yokmuş!”

Antik dönem yazarlarının eserlerine bakıldığında; konularını genellikle mitolojiden aldıkları ve bu mitlerde daha çok kadın karakterleri işledikleri görülmektedir. Bu yazarların kadınlar hakkındaki görüşleri de yaşadıkları dönemin görüşleriyle uyuşmakta, onların izlerini taşımakta ve toplumun geleneksel tutumunu sergilemektedir. Çünkü daha önce değinildiği gibi edebi eserler toplumun yaşayışından ve düşünüşünden etkilenmektedir. Mitoslar, aynı zamanda Antik dönemlerin psikolojilerini de yansıtır. Bu nedenle kadın psikolojisinin ele alınması, çektikleri sıkıntıların ve yaşadıkları acıların gözler önüne serilmesi açısından olumlu olarak kabuledilse bile; nihayetinde kadınların geleneksel yapıya uymaları, belli sınırlamalarla yani ataerkil yapının kendilerine izin verdikleri kıstaslarla yaşamlarını sürdürmeleri ve kaderlerine razı olmaları salık verilmiştir.

Görünen o ki; erkekler tarafından yazılıp, derlenen ve büyük ölçüde erkek görüşüne göre manipüle edilen bir tarih ve sosyal mitoloji hakkında, farkındalıkla, yeniden yeniden yazmamız gerekmektedir. 

Tarihsel sürece yeniden dönecek olursak;

Theno (M.Ö. 600-550)

Bilinen ilk kadın filozoftur. Kratonlu Theano, Orpheus tapınım üyesi olup bir matematikçi ve aynı zamanda Pythagoras’ın (Pisagor) eşi veya öğrencisi deniyor. Theano, bazıları tarafından bilinen ilk kadın matematikçi olarak kabul edilir. Matematik, geometri, müzik ve felsefe ile uğraşmıştır. Altın Ortalama ve Altın Dikdörtgen üzerinde çalışmış olabilir. Pisagor, İtalya'da Croton'da öncelikle matematik, felsefe ve doğayı içeren bir okul açtı. Pythagoras'ın okulunda kadın ve erkekleri kabul ettiği ve bir noktada okulda 300 öğrenciye ulaştığı ve sadece 28 öğrencinin kadın olduğu düşünülmektedir. Birden fazla kaynağın belirttiği gibi, Pisagor diğer okullarla rekabet etmek istedi, bu nedenle okulunu cinsiyet ayrımcılığına dayandırmadı, bu da diğer kadınları ayrımcılığa uğramak yerine bilim ve astronomi ile uğraşmaya teşvik etti. Birçok erkeğin okulda okuyan kadınlardan ilham aldığı da konuşulur. Altın Oran Teoremi en büyük çalışmalarından biridir. Ancak kadınların, özellikle de toplumsal cinsiyet ayrımı gözeten kültürlerde, Pisagor gibi, ünlenmesine ve çalışmalarının desteklenmesine olanak sağlanan erkeklerle birlikte çalışan kadınların, yaptıkları işten hak ettikleri değeri görmemeleri alışılmadık bir durum değil. Bunun da sonradan, kadınların genellikle cazibesinin konuşulmasına katkıda bulunduğunu gözlemliyoruz. Pisagor'un ölümünün ardından Pythagoras Okulu’nu yönetmiş ve kız öğrencilere ders vermiştir.

Sappho

1864 Simeon Solomon, Arkaik Yunan şairi Sappho, şair Erinna'yı öpercesine kucaklıyor.

Özellikle karşısına erkek egemen sistemi alan kadın şair Sappho (MÖ 610 - 570), Lesbos adasındaki Mytilene’den Yunanlı lirik şair olup soylu birailenin kızıdır. İyi bir eğitim almış olan Sappho sadece Lesbos’un değil, bütün Yunan dünyasının en büyük şairlerinden biridir. Kurduğu okulda iyi yetiştirilmiş soylu aile kızlarına - tıpkı Yunanlı filozof Sokrates’in genç erkekleri yetiştirdiği gibi - müzik ve şiir ağırlıklı dersler veriyordu. Sappho, genç kızlara duyduğu aşk dolu sevgiyi ve bu genç kızların gelecekteki kocalarına beslediği kıskançlığı, büyük bir başarı ve tutkuyla yazdığı şiirlerinde dile getirmiştir. Sappho, Platon tarafından “Onuncu Musa” olarak adlandırılmıştır. Onun yaşadığı dönemin kadınları, ister aristokrat ister halk kadını olsun, onun kadar özgür değillerdi. Arkaik dönemde Sappho, yazacak ve kadınları sevebilecek kadar özgürdü. Sappho’nun, dokuz cilt şiir kitabı yazdığı biliniyor; ancak eserlerinden iki bütün şiir ve yaklaşık olarak kırk bölüm günümüze gelmiştir. 

Sappho romantik aşk, evlilik, arkadaşlık, toplum, mitler, dini ritüeller, politika, siyaset, soyluluk ve felsefik yaklaşımlar gibi geleneksel eril konulara da ilgi göstermiş ve şiirlerinde işlemiştir. Sappho’nun şiirlerinde Lesbos’un siyasetinin daima şiddetli ve çalkantılı olduğu anlatılır. Sappho, “lyra” ve benzeri Terpandros tarafından bulunduğu söylenen telli bir saz olan “barbiton”u kullanmıştır. Ayrıca “pena”nın bulucusu olarak da bilinmektedir.

Onun yüzyıllar boyunca etkili bir şahsiyet olmasının nedeni de çoğu aşk şiirini diğer kadınlara ithafen yazmış olmasıdır. Sappho’nun şiirleri, birbirleriyle homoerotik ilişkileri olan kadın toplumunu çağrıştırmaktadır. Hatta temel olarak aşkla ilgili olmayan şiirlerinde bile Sappho, kendisini kadınlarla arasında duygusal ya da erotik bağlar bulunan bir dünyanın merkezinde betimlemektedir. Sappho’nun şiirlerinin büyük bölümü, birbirlerinden etkilenmiş gibi görünen bir kadın sınıfına ayrılmaktadır.

Geneli erkeklerden oluşan Yunan yazarları için erotik ilişkiler, özellikle hiyerarşiktir ve aktif ile pasif arasındaki etkileşim açısından tanımlanmaktadır. Biri ya aktif - yani seven - veya pasif - yani sevilen - pozisyondadır. Bunun aksine Sappho, baskın olanın geleneksel rollerini ve tutkunun pasif nesnesi olmasını reddeden bir tarzla bu tutkuyu bağımsız bir kadın bakış açısıyla dramatize etmektedir.

Sappho, aşk konusunda kendisini ve sevdiğini eşit birer figür olarak gördüğünden, aşkları ne hakimiyet ne de teslimiyet içermektedir. Kadın figürlerini, kontrol edilmesi gereken yaratıklar olarak betimlemeye meyilli olan çoğu Arkaik şairlerden farklı olarak Sappho, sevdiğini pasif bir tutku nesnesi olarak görmeyerek bu durumu reddetmiştir. Oysa geleneksel anlamda; erk dünyadaki Yunan kadını aşkta, kendisine verilen geleneksel rolüne uygun olarak pasiftir. Dahası, yaşamış oldukları deneyimleri sevilen kadının “ zihin imgeleri ” diye adlandırıp kutsamaktadır. Ve kendi isteklerinin konusu, pasif konumda olmaktan ziyade aktif konumda olan kişidir. Sappho’nun aşk ve tutku portreleri, en güzel şekilde bölüm 31’ de tasvir

edilmektedir. Ki bu şiiri muhtemelen en ünlü ve en çok taklit edilen şiiridir, ayrıca tartışmalı bir şekilde onun tutku hakkındaki en güçlü betimleridir:

Ne zaman aniden seni görsem

Konuşamıyorum

Dilim sessizliğe bürünüyor 

Tenimin altından ince sızılar geçiyor gibi olur 

Gözlerimde hiçbir ışık belirtisi olmaz 

Kulaklarım duymaz 

Bedenim ter içinde kalır

Bir titreme bütün vücudumu sarar 

Ve ben yeşilliklerden daha yeşillenirim

Ve kendimi ölümün eşiğindeymişim gibi hissederim

Amazonlar

MS 2. yüzyıla ait bu lahdin üzerindeki detayda, bir Amazon ve Yunan ölümcül bir savaşa tutuşuyor. C: Louvre Müzesi, Paris.

Amazonlar, düşsel kadın kahramanlar olarak görülse de Yunan sanatçıların çeşitli sanat eserlerinde onları işlemeleri ile yeni arkeolojik bulgular, onların gerçekte yaşamış olabileceklerini ve yaşam tarzları dolayısıyla da anaerkil düzenin bir devamı ve feminist bir halk olduğunu bizlere gösterir.

1940’larda Ukrayna, Güney Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’daki İskit yerleşimlerini inceleyen arkeologlar, kurgan adı verilen mezar höyüklerini kazdılar.  Bu İskit mezarlarının önceki kazıları mızraklar, baltalar, oklar ve atlarla birlikte gömülmüş, dna tesiyle ispatlanıp, çoğu kadın olduğu anlaşılan iskeletleri meydana çıkardı. Bugüne kadar mezarlarda bulunan İskit kadınlarının yaklaşık üçte biri silahlarıyla birlikte keşfedildi. Yarılmış kaburga kemiği, çatlamış kafatası ve kırılmış kol gibi savaş yaralarının izlerini taşıyorlardı. Savaş yarası olan yaklaşık 300 iskeletin kadın olduğu belirlendi ve bu kadınlar, İskit erkekleri gibi ok kılıfları, savaş baltaları, mızrakları ve atlarıyla birlikte gömülmüşlerdi. İskit kültürüyle ilgili yapılan daha detaylı çalışmalar eşitlikçi bir yaşam şeklini ortaya çıkardı. Ata binen, ok atan göçebe bir kavmin üyesi olarak erkek, kız bütün çocuklara genç yaştan itibaren bu beceriler öğretilecekti. Cinsiyeti ne olursa olsun İskitler, avlanmayı ve ata binmeyi kolaylaştıran tunik ve pantolon gibi benzer kıyafetler giydiler.

Yunan mitolojisinin Amazonlar’ı, Karadeniz çevresinde ve ötesindeki topraklarda yaşayan vahşi savaşçı kadınlardı. En büyük Yunan kahramanları, birçok ünlü efsanede zorlu Amazon kraliçelerini yenmeye çalışarak cesaretlerini ispatlar. Yunanlar tarafından erkeklerle eşit oldukları kabul edilen Amazonlar’ın, savaşta erkekler kadar yürekli ve yetenekli oldukları söyleniyordu. Yunan sanatı ve edebiyatında Amazonlar hep cesur ve güzel; fakat silahlı ve tehlikeli olarak tasvir edildi. Yaklaşık MÖ 450’ye gelindiğinde Herodotus ve diğer yazarlar İskit kadınlarının efsane Amazonlar gibi at sırtında erkeklerin yanında nasıl savaştıklarını anlatıyordu. Antik Yunan ve Romalı tarihçiler Pers Cyrus’un, Büyük İskender’in ve Romalı General Pompey’in doğu topraklarında Amazon benzeri kadınlarla karşı karşıya geldiğini bildiriyor. Homeros İlyada’yı yazdığı zaman (yaklaşık MÖ 700) erkek, kadın, çocuk her Yunan bu heyecanlı Amazon öykülerini biliyordu.

MÖ 5. yüzyıldan kalma mezarların son arkeolojik keşifleri, Yunanlar’ın Amazon hikayelerinin Avrasya’nın gerçek atlı göçebelerinin yaşamlarından etkilendiğini gösteriyor. Yunan efsanelerinde Amazonlar dışarıda enerjik bir yaşamdan, cinsel özgürlükten, avcılık ve savaştan keyif alıyorlar. Açıkça bu benzer özellikler Karadeniz’den doğuda Moğolistan’a uzanan uçsuz bucaksız toprakların antik Yunan’daki ismi olan İskit bölgesinde dolaşan insanlar arasında da gözlendi. Bu toprakları iskan eden İskitler, MÖ 9. yüzyıl gibi erken bir tarihte ortaya çıkan göçebelerdi. Onların kültürleri Ukrayna’dan Sibirya’ya kadar Asya boyunca yayıldı. Yunanlar, ata binmeyi ve okçuluğu yaşamlarının merkezine alan İskitlerle ilk kez Karadeniz çevresinde koloniler kurmaya başladıkları MÖ 7. yüzyılda karşılaştılar.

Amazonlar’ın kökenleri ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Yaygın görüş, Amazonlar’ın yurdunun Anadolu’nun kuzey kıyıları ya da daha doğuda Kafkasya’da olduğu yönündedir. Diodoros, Amazonlar’ın Libya’nın yerli halkı olduğunu ve bu ülkeyi elegeçirdikten sonra kraliçeleri Myrina’nın önderliğinde yeryüzünün batı sınırına, Atlantis’e kadar giderek Gorgolar’ı yendiklerini, daha sonra doğuya yönelip Mısır’a vardıklarını, orada ise İsis’in oğlu Horus’la ittifak kurduklarını, savaşarak Arabistan ve Suriye’den geçtiklerini, Toros’taki dağlıları boyunduruklarına aldıklarını, Anadolu’dan geçerek Ege kıyılarına vardıklarını ve burada kentler kurduklarını, oradan da Lesbos ve Samoth rake adaları üzerinden Thrakia’ya ulaştıklarını ve böylece tüm dünyayı ele geçirdikten sonra zaferle yurtları olan Libya’ya döndüklerini belirtir. Bu anlatım abartılı bir efsane şeklinde olsa da Amazonlar’ın aslında birçok toplulukla savaştığı, özellikle Yunanlılarla mücadele ettikleri çeşitli sanat eserlerinin üzerindeki betimlerden anlaşılmakta olup bu topluluğun bütünüyle efsane olmadığını gösterir.

Ege Bölgesi ve Anadolu’nun kuzey kıyılarında “Amazoneia” adı verilen yerel anıtlara ve onlar hakkında söylencelere rastlanmıştır. Fakat kentler kurdukları söylenen bölgenin bir kısmı, Propontis ve Paphlagonia kıyılarındaydı. Diğerleri ise Aiolis ve İonia olarak bilinen Doğu Yunan şehirleri; Myrine, Mytilene, Elaia, Anaia, Gryneia, Kyme, Pitane, Smyrna (İzmir), Ephesos (Efes) yakınlarındaki Latoreia ve - Smyrna adlı bir Amazon’un yönettiği söylenilen - Ephesos’tu. Yine Diodorus, Amazonlar’dan şu şekilde söz etmiştir: “Amazonlar, kadınların yönettiği bir halktı; yaşama biçimleri bizimkinden çok değişikti. Kadınlar, savaş için eğitiliyor, belli bir süre zorunlu olarak silah altına alınıyorlardı; bu süre boyunca kız oğlan kız kalmak zorundaydılar. Askerlik görevleri sona erdikten sonra, salt çocuk yapmak amacıyla erkeklerle yatıyorlar, ama tüm kamu işlerinin denetimini ellerinde tutuyorlardı. Buna karşılık erkekler, tıpkı bizim toplumumuzdaki kadınlar gibi, evcilleşmiş bir yaşam sürüyorlardı”. Lissarrague ise: “Amazonların bir Atinalı yurttaş için nihai paradoks, altı üstüne gelmiş bir dünyanın simgeleridir ” der.

Herodotus ise  artık savaşamaz hale gelmiş Amazonlar’ın yerel İskit erkeklerini sevgili olarak nasıl kabul ettiğini anlatır. Buna göre İskit erkekleri, Amazonlar’ın eşleri olmalarını ve birlikte vatanlarına dönmelerini teklif eder. Amazon kadını cevap verir: “Sizin kadınlarınızla yaşayamayız; çünkü biz ve onlar aynı geleneklere sahip değiliz. Yaylarla ateş ediyoruz, mızrak atıyoruz ve ata biniyoruz…Oysaki sizin kadınlarınız bunların hiçbirini yapmıyor… Bu yüzden onlarla uyum içinde yaşayamayız. Fakat bizi eşleriniz yüzünden saklı tutmak istiyorsanız, dürüst erkekler olarak ailelerinize gidin ve mallardan payınıza düşeni alın ve sonra gidip kendi başımıza yaşayalım”. İskit erkekleri, Amazonlar’ın bu önerisini kabul eder ve eş olarak birlikte bu kadınların geleneklerini sürdürebilecekleri yeni topraklara taşınıyorlar. Ayrıca Herodotus’un Amazonlar’ı böylesine tanıtması bu bağımsız kadınlara olan bakışı da dengeliyor.

İskitler’in eşitlikçi hayat tarzı, Yunanlar’ın yerleşmiş tarımsal hayat tarzından oldukça farklıydı. Kadınların erkeklerle eşit olması, duygusal bir karmaşaya neden oluyordu ve bu durum hem eğlendirici hem ürkütücüydü, bu; savaşta erkekler kadar cesur ve yetenekli barbar kadınlarla ilgili gerilimli hikayelerin patlamasını sağladı. Yunanlar’ın, cesur Amazonlar hakkındaki efsanelerinde,  erkeklerin kadınlar üzerinde egemen olduğu kendi ataerkil toplumlarında imkansız bir hayal olan, cinsiyetler arasındaki eşitlik fikrini keşfetmeleri için, kendilerine güvenli bir alan sağladıkları anlaşılıyor.

Antik Yunanlar tarafından söylenen diğer bir yerleşmiş inanç ise Amazonlar’ın erkekleri köleleştiren ve erkek bebekleri sakat bırakan, öldüren ya da reddeden, erkek düşmanı, zorba bir grup olduğudur. Bu düşünce muhtemelen Yunanlar’ın kendi kadınlarına baskı yapmasından kaynaklandı. Onların mantığına göre kadınlar güçlü ve bağımsız olsalardı, erkekler boyun eğmeye zorlanan zayıflar olacaktı. Homeros ise Amazonlar’ı tanıtırken “erkeklerle eşit olanlar” der. Birçok Yunan şair ise savaşçı kadınları, insan sever olarak isimlendirir.

Araştırmalar, Orta Asya’nın geniş bozkırlarındaki kadın savaşçıların İskit göçebeleriyle temas eden diğer antik kültürleri de etkilediğini ortaya çıkarıyor. Amazon benzeri savaşçı kadınların maceralı öyküleri ve tarihsel açıklamaları Mısır, İran, Kafkasya, Orta Asya, Hindistan ve hatta Çin’de bile ortaya çıktı.

Amazonlar hakkında yazan diğer bir kişi ise filozof Plato’dur. Plato’nun, yurttaşları hem barışa hem de savaşa hazır olarak yetiştirmenin en iyi yolları hakkında yaptığı konuşmayı içeren “Laws” adlı kitabında Amazonlar ve İskit kadınları yer alıyor.

Plato ideal bir devlette, altı yaşındaki erkek ve kız çocukların binicilik, okçuluk, mızrak atma vb dersleri almasını öneriyor. Özellikle bu askeri faaliyetler, Yunan askerlerinin geleneksel savaş becerileri değil; aslında bunlar Plato zamanında (MÖ 4. yüzyıl) erkeklerin yanında savaşa giden cengaver kadınlarıyla ünlü bir yer olan İskit bölgesinin atlı göçebe okçularının uzmanlık alanını yansıtır.

Plato ideal eğitimin benzer bir eşitlik kavramına dayandığını iddia edip, bu iddiasını desteklemek için gerçek İskitler’i Amazon geleneğiyle karşılaştırır. Ayrıca “Binicilik ve beden eğitimi konusunda aynı eğitimin, kesinlikle hem erkek hem de kadınlara verilmesi gerektiğini söylüyorum. Amazonlar’a dair antik gelenek, görüşümü onaylıyor.” der. Plato kendi idealinde, yabancı öğretmenlerin geniş açık alanlarda çocuklara ata binmeyi ve ok atmayı öğretmek için görevlendirileceğini belirtir. Kızların atletizm, binicilik ve silah kullanma konusunda erkeklerle aynı şekilde tam olarak eğitim almasını sağlamak, Yunan kadınlarının acil bir durumda Amazonlar gibi eline ok ve yay alıp savaşta düşmanlara karşı erkeklere katılması anlamına geliyor. Platon, Karadeniz çevresinde tıpkı erkekler gibi ata binen, ok ve diğer silahları kullanan sayısız kadın olduğunun bilindiğini söyler. Ayrıca, “Bu kültürde erkek ve kadınlar yeteneklerini geliştirmekten eşit derecede sorumlular ve bu ikisi birlikte “ortak bir amaç peşinde koşarlar ve enerjilerini aynı faaliyetlere yoğunlaştırırlar. Bir devlet, aynı maliyet ve çabayla başarısını ikiye katlayabilecekken, kadınların katılımı olmadığında potansiyelinin sadece yarısını geliştirir”,  diye devam ediyor. Plato, ünlü İskit okçularının hem sağ hem de sol el ile ok atabilme yeteneğini de içeren bu geniş kapsamlı eşitlikçi yaklaşımı beğeniyor. Ona göre, böyle iki elini kullanabilme yeteneği ok ve mızrakla savaşmada çok önemlidir ve erkek, kız her çocuk bu anlamda çok yönlü yetişmelidir. Plato, İskit kadınlarının eğitimde ve diğer her alanda erkeklerle aynı seviyede ve aynı yaşam tarzını izlediğini; böylece bu ortamı onlara sağlayan devletin avantajlı hale geldiğini söylüyor.

Kadınların erkeklerle gerçekten eşit olabileceği fikri antik Yunanlar için sarsıcı olabilir. Fakat bu; efsanede, sanatta ve felsefede üzerinde kafa yormayı sevdikleri bir fikirdi. Eşitlikçi demokratik idealler, özellikle antik Atina’da doğdu ve oyun yazarları da birçok oyunda güçlü ve bağımsız kadınları ön plana çıkardı. Amazonlar hakkındaki sayısız efsane, Yunan erkek ve kadınına cinsiyetler arasında eşitliği hayal etmenin bir yolunu sağladı. Efsanelerinde ve felsefelerinde Yunanlar, günümüzde hala cezbedici olan Amazon dünyasını gerçeklerle oluşturmak için hikaye anlatıcılığında yaratıcı olmaya çalıştılar. Günümüz sinema dünyasının kahramanları da Yunan mitolojisindeki Amazonlar’ın özelliklerinden büyük ölçüde yararlanıyor.Amazon öykülerinin çoğunun merkezinde, erkek ile kadın arasındaki uyum ve dengeyi bulmak için sonsuz bir mücadele yer alıyor. Bu uyum ve denge geçmişte gerçekleştiyse şimdi de imkansız değil.

Aspasia

Aspasia MÖ 400 - MÖ 460 

Aspasia, MÖ 460- 401 yılları arasında yaşamış Antik dönem tarihinde iz bırakan kadınlardandı. ,Anadolu’nun batısında, Ege bölgesinde, Büyük Menderes Nehrinin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik kent olan Milet’te (bugünkü Aydın İli , Türkiye'de)  yaşayan önemli bir düşünürdür.  İyi bir eğitim almıştır. Atina’ya nasıl ve ne zaman geldiği bilinmemekle beraber Perikles’in üzerinde oldukça etkili olduğu ve Perikles’in kendisinin çıkardığı “yabancılarla evlenme yasağı” yasasına uymayarak, Aspasia’yla evlendiği bilinmektedir. Ünlü bir Yunan hetairası olan Aspasia, Atina’da güzellik, kültür vezekasıyla ün kazanmıştı. Miletoslu Aspasia bir öğretmen, yazar ve entelektüeldi. “Sevgi ile selamlama” ya da “hoş karşılama” anlamlarına gelen “Aspasia”’nın yabancı ve “hetaira” olması onu, geleneksel olarak evli kadınları evine bağlayan yasal zorunluluklardan muaf kılmış ve toplumsal etkinliklere katılmasını sağlamıştı.  “Hetaira” sözcüğü, “arkadaş/refika, fahişe; zevk, mutluluk veren kız” anlamına gelmektedir. İyi bir eğitime sahip olmaları, özgür olmaları ve vergi ödemeleri onları diğer Atinalı kadınlardan ayıran özellikleriydi ve Atina'lı ev kadını, evin “gynai konitis” denilen bölümün dışına çıkamadığından erkeklerin sosyal yaşamlarında kendilerine eşlik etmeleri için başka bir kadın grubunu oluşturduğunu görüyoruz. Plutarkhos, Aspasia’yı ünlü bir İonialı hetaira olan Thargelia ile kıyaslamış ve onu örnek aldığını söylemiştir. Aspasia, sosyal çevrelerde fiziksel görüntüsünden çok güzel konuşma yeteneği ve akıl hocalığıyla dikkat çekmiştir. Aspasia, Atinalı filozoflar üzerinde de etkili olmuştur. Platon, Xenophon ve Aeschines'in diyaloglarında Aspasia, eğitimli, yetenekli bir retorikçi ve evlilik sorunları için bir tavsiye kaynağı olarak tasvir edilir. Plutarkhos, Aspasia’nın Atina’daki evinin, aralarında Sokrates’in de bulunduğu, önde gelen birçok yazar ve düşünürü çeken entelektüel bir merkez olduğunu söylemekte ve Atinalı erkeklerin, Aspasia’nın bir hetaira olmasına rağmen, eşlerini de konuşmasını dinlemek için evine getirdiğini yazar. Sanatçılar ve devlet adamlarının yanı sıra Anaxagoras, Archimedes, Sophokles ve Sokrates gibi birçok filozof da buranın daimi konuklarındandı. Atina’da ilk kez bir kadın - özellikle yabancı bir kadın - bu şekilde serbest hareket etme cesaretini  gösteriyordu. Ayrıca kaynaklar Sokrates’in Aspasia ile çok sık felsefi konuşmalar yaptığını bildirmektedir. Rullman, Schmidt’in “Sokrates, özellikle Aspasia ile düşünce alışverişi yapması sayesinde bugün bizim de onu saydığımız gibi, büyük bir filozof olmaya ulaştı” diye yazdığını ve “Felsefe yapmada ‘Sokratik yöntem’ olarak bildiğimiz yöntemin, hakikatte ‘Aspasia’nın yöntemi’ olduğu ve onun öğrencisi olan Sokrates’in gençlik yıllarında ondan öğrendiğini ileri sürdüğünü belirtir. Ayrıca Platon, diyaloglarında Sokrates’in Diotima dışında Aspasia’nın da kendisine hocalık ettiğinden söz eder. Bu anlatımlardan da anlaşılacağı gibi, Aspasia, basit ya da az bilgili bir hetaira olmayıp felsefi konularda derin bilgiye sahip olduğu, hatta Sokrates’i bile bilgisiyle ve anlatımıyla etkilediğini görüyoruz. Saygın ve bilge kadın Aspasia felsefi konulardaki derin bilgisiyle toplumun çok takdir ettiği kişileri bile etkileyebileceğini göstererek, kadınların değersizleştirildiği Antik Yunan toplumunda belirli bir yer edinebilmiştir. Aspasia “üst düzeyde diyalektik ve retorik hocası” olarak aranan bir kişi olmayı sürdürür. Bugün Aspasia’nın bir büstü, İzmir Arkeoloji Müzesi’nde de yer almaktadır.

Diğer toplumların aksine, kadının, İslamiyet’ ten önceki Türk toplumlarında, çok değerli olduğu ve yüksek bir mertebeye konulduğu görülüyor.

Çatalhöyük Ana Tanrıça (MÖ 6000)

Kadın, erkeğin biricik yoldaşı ve çocuklarının anası; ailenin bereket kaynağı ve şeref abidesidir. Türk destanlarında ve efsanelerinde ilahi bir varlık olarak nitelendirilen kadının, dövülmesi, aşağılanması ve hor görülmesi söz konusu bile değildir. Ailede kadın, daima erkeğin yanında yer almış, onun gücü ve ilham kaynağı olmuştur. Kadına verilen yüksek değer, “birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik kadındır” atasözüyle açık bir biçimde ortaya konulmuştur. İslam öncesi Türklere ait bilgiler M.Ö. 4000-4500 yıl gerilere kadar ulaşmaktadır. Bu konu bağlamında her şeyden önce kültür araştırmalarında Türk dili analiz edilmelidir. Hiçbir Türk dilinde cinsiyet ayrımı yoktur. Çünkü Türk kültüründe cinsiyetler arası ayrımcılık bulunmamaktadır. İlk şamanların kadın olduğuna ve bu nedenle kadın şamanların şaman topluluklardaki en güçlü ruhsal liderler olduğuna inanılmaktadır.

Ayrıca Tengri (Tanrı) kelimesinin de cinsiyeti yoktur. Türk aileleri ataerkil değildi. Çünkü ana tarafından ‘dayı’, ‘tagay’, ‘kufduk’ ve ‘teyze’ gibi akrabalık adları Türk dillerinde bulunduğu halde, baba tarafından akraba adları Türk lehçelerinde daha sonraki bir döneme aittir.

Devlet yönetiminde Kağan’ın kararı, Hatun bu karara katılmadıkça geçerli sayılmıyordu. Türklerin önem verdikleri haklara, “ana hakkı” dedikleri ve bunu da “Tanrı Hakkı” ile eşit tuttuklarını göstermektedir. Orta Asya Türk devletlerinin hepsinde (İskitler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar) kadın önemli hak ve yetkilere sahip bulunmaktadır. Örneğin İskitler 'de, her kadının İskit erkekleri gibi savaşçı ve asker olarak yetiştirilmesi geleneği vardı. Bundan dolayıdır ki, İskitli göçebe kadınlar her savaşta erkekleriyle birlikte çarpışıyorlardı. Türk mitolojisinde kadın gayet yüksek bir mevkide tasvir edilir ve bulunan tanrıçalardan bazıları şöyledir: Ak Ana: Ülgen’e sonsuz sulardan gelerek “Yaratma” emrini veren tanrıçadır, Yaratılış Destanı'nda Ülgen'e (Tanrı) insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham vermiştir. Umay Ana: Çocukları ve hayvanları koruyan tanrıçadır. Ayısıt: Güzellik tanrıçasıdır. Çocuklara ruhlarını verir. Kübey Hatun: Doğum tanrıçasıdır. Asena: Yol gösterici, lider tanrıçadır Ötügen: Devleti koruyan ve hâkimiyeti sağlayan tanrıçadır.

Eski Türk inanışında ve töresinde kağan yeryüzünde Tanrının temsilcisidir, Tanrı onu görevlendirmiştir ve onun yardımcısıdır. “Tanrı, Türk ulusu yok olmasın diye onun koruyucusu ve kağan vericisidir. Tanrı ile kağan arasında kağanın Tanrı buyruklarına uymasıyla ilgili Tanrı ile ulus arasında sürekli bir bağ vardır.” Yazıtlar şu felsefeyle başlar: “Tengri teg tengride bolmuş Türk Bilge Kağan…” (Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı; Kültigin Âbidesi, Güney cephesi). Kağanın Gök Tanrıyla benzerliğine işaret eden bu ifade Bilge Kağan Âbidesi'nde de benzer biçimde geçer. Eski Türklerin yöneticilerine atfettiği bu kutlu özellik, Âbidelere göre sadece kağana değil, hatuna da aittir ve bu, metinlerde sık sık tekrarlanır. Kağan ile hatunun adı birlikte geçer.

Kültigin Âbidesi‟nde Bilge Kağan, babası kağanı ve annesi hatunu il veren Tanrının, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye yücelttiğinden söz eder. Bilge Kağan Âbidesi'nde de Tanrının, İlteriş Kağan'la İlbilge Hatun'un tepesinden tutup yukarı kaldırdığından bahsedilir. Hatunun da kağan gibi Gök Tanrıdan kut alması ona verilen değeri göstermektedir. Türk milletinin adının sanının yok olmaması kağana ve hatuna bağlıdır. Türk tanrısı her ikisini de yüceltmektedir. Devletin devamı, ilin, törenin düzeni hakana ve hatuna bağlıdır. Eski Türklerde kadın birçok eski kültürde olduğu gibi tabu olmayıp, kutsal bir konumdadır.

Türklerin İslam dinini kabul etmesinden önce yazılan Orhun Yazıtları, muhteva olarak Türk tarihi ve kültürü bakımından önemlidir. Yazıtlarda; Türklerin yabancıların siyasetine alet olduğu zamanlarda bozulduğu, devlet kademelerinde bilgili ve ehil olmayan kadronun iş başına getirildiği zaman yönetim düzeneğinin iyi çalışmayıp, ahalide hoşnutsuzluk görüldüğü, yabancı kültürünün Türk birliğini zedeleyip, kişiliğini kaybettirdiği, konuşma sanatına uygun bir anlatımla verilmiştir.

1. bin yıl ise, MÖ 4. bin yılda oluşmaya başlayan ve kadının toplumsal konumunu oldukça pasifize eden sürecin doruk noktasını oluşturur. Kadına toplumsal rol biçilerek artık daha çok 'ana' olarak sınırlandırılır. 

Eril beyinler tarafından yazılıp, derlenmiş ve 'kültür dilde başlar' tanımlamasını destekleyip, toplumu ve gelenekleri etkileyerek, günümüze dek ulaşan bütün bu kaynaklarda; tıpkı yaratılan ilk kadınları köleleştiren, boyun eğmezlerse şeytanileştirdikleri efsaneler gibi, tüm ayrımcı kültürel mitlerin yıkılmasının, bu mitlerin ve çocukları yetiştirilirken anlatılan toplumsal davranış ve cinsiyet rollerini içeren tüm bu hikayaleri, yeniden yazmamızın vakti çoktan geldi.

Çağlar boyunca güçlü, saygın, koruyucu, üretken, merhametli ve büyüleyici güçler taşıyan kadının, tarihte özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile ataerkil aile ve toplumsal cinsiyet rollerinin biçilmesine geçiş süreciyle, kadının değerinin yıllar içinde eriyip değersizleştirimesinin başladığını gözlemliyoruz.

Oysa, tıpkı feminizm gibi yaygın inanışın aksine, anaerkil toplumlarda yaşamak, erkeklere veya erkeklerle ilgili faaliyetlere karşı baskı yapmak veya onları küçümsemek anlamına gelmiyor. Aksine, anaerkilliğin devam ettiği Mosuo kültürü eşitlikçi dinamikler üzerine inşa edilmiştir. Mosuos, kadınları ve erkekleri eşit bir temele oturtmuştur: her ikisinin de belli yaşam biçimleri ve belirli görevleri vardır, yine toplumda kendilerine verilen rolleri çerçevesinde saygı görürler.

Henüz bilgi çağında olamamış, ilkel insanlık devirlerinde ise yine kültürleri toplumsal katı cinsiyet rollerini takip eder.

Hofstede'ye göre, feminizmin ve toplumsal cinsiyet teorisinin bu tür yerler üzerindeki mevcut etkisi göz önüne alındığında, varsayımsal bir anaerkil toplum daha gevşek cinsiyet rollerine sahip olabilir ve kendisini kadınsı topluma dayandırabilir. Hofstede, feminen toplumla, cinsiyet rollerinin katı olmadığı ve insanların yaşam kalitesine rekabetten daha fazla değer verdiği bir toplumu tanımlamayı amaçladı. Ancak böyle bir toplumun var olması için mutlaka anaerkil olması gerekmez (ataerkil olması da gerekmeyeceği gibi).

İlk zamanlardan bahsetmek gerekirse; M.Ö. 15000 – 8000 yıllarında başladığı varsayılan ve kültürel evrelerin en uzunu olan çağ, Paleolitik Çağ’ dır. Bu dönem insanlarının ilk yerleşim yerleri, doğa şartları nedeniyle mağaralar ya da kaya sığınakları olmuş. Buralarda büyük gruplar ve kalabalık aileler biçiminde yaşadıkları bilinmektedir. Bu çağdan kalan ilk eserler, çoğunda kadın figürünün kullanıldığı bazı küçük heykelciklerdir. Bu heykellerin ortak özelliği, kadının göğüs, kalça ve cinsel organının abartılı olarak gösterilmiş olmasıdır. Bu heykellerde kadın cinsel organının ağırlıkla işlenmesinin sebebi, üremede büyük bir rol oynayan ve bereketin sembolü sayılan kadını kutsallaştırmak veya doğumun artmasını sağlamaktır. M.Ö. 8000 – 5000 yılları arasında başlayan Neolitik Çağ, insanlık tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir, insanlar göçebe hayat tarzından yerleşik düzene

geçmeye başlamışlar. Üreme ve çoğalma kaygısı ile ilgili olarak, ‘Ana Tanrıça’ inancı yaygınlaşmıştır. Kadının doğurganlığı ön plana çıkmış, avcılıkla birlikte, doğumdaki rolü henüz bilinmeyen erkek ikinci plana itilmiştir. Birleşme ve doğum gibi durumları anlatan figürlerde erkek hep, yardımcı rolde gösterilmiştir. Bugüne dek, döneme ait, başlı başına tek bir figür olarak erkek heykeline rastlanmamıştır. Üreme ve çoğalma, tanrısal bir yaratı olarak değerlendirilmiş ve ‘erkeği doğuran kadın’ mantığı yaygın hale gelmiştir. Yaşam, doğum, ölüm temalarının tümü kadınla ilişkilendirilmiştir. Kadın, daima yaşamı sağlayan bir kapı olarak nitelendirilmiştir. Ölüme ve dolayısıyla da yeniden doğuşa, kadın aracılığıyla geçileceğine inanılmıştır. Kadın aynı zamanda, günlük yaşamda da önemli bir yere sahip olmuştur. M.Ö. 5000 – 3000 yıllarında başlayan Kalkolitik Çağ’ da ise, taşın yanı sıra bakır da kullanılmaya başlanmıştır. Duvarlarla korunan küçük şehirciklerin oluşması, toprak sınırları yüzünden savaşların çıkmasına sebep olmuştur. Böylelikle, mülküyet ve egemenlik hırslarıyla birlikte çıkan savaşlarda erkeğin fiziksel gücü ön plana çıkmaya başlamış. Ancak, bu dönemde de, anaerkil düzenin devam ettiği ve kadının halen bereketin simgesi olduğu görülmektedir.

Görüldüğü gibi, insanlığın ilkel çağlarında toplumlar kadın egemen bir yaşam sürmüşler. Anaerkil dönem olarak adlandırılan bu dönemlerde, kadınların pek çok konuda denetimi ellerinde bulundurduğu ve toplum içindeki üstünlüklerini, gerek doğurganlıkları gerekse üretimdeki aktif rolleriyle sağladıklarını görüyoruz.

Zamanla özel mülkiyet, sınıf ayrımı ve dinin etkisiyle oluşan baskı, sömürü ve cinsiyet ayrımı gibi etmenler ortaya çıkarttı ve kadının statüsünde büyük bir düşüş yaşandı. Anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişte, tanrıçalaştırılan kadının, hem toplumdaki hem de ailedeki yeri, erkekler tarafından bir üstünlük ve bir tehdit olarak görülüp, kadınlara karşı da bir mücadeleye dönmeye başladıkça değişti.

Toplumsal cinsiyet rollerinin ayrımcı, kısıtlayıcı ve yok edici bakış açısı; yapıcı ve eşitlikçi, cinsiyet gözetmeyen bir olgunluğa eriştiğinde, ve din, dil, ırk, millet, beden, cinsiyet kimlikleri oluşturarak ayrımlar yapmayı bıraktığında ancak aydınlanmayı başarabilecek insanlık.

Kaynak

Hypatia gibi M.Ö. 4’üncü yüzyılda Atina”da görev yapan bir doktor: Agnodice. Jinekolog olan Agnodice’in kadınların o dönemde tıbbi uygulama yapması illegal olduğundan erkek gibi giyindiği söylenir.

Merit Ptah

– Mısırlı hekim (MÖ 2700) Eski Mısır’da yaşamış olan Ptah, tarihte ismiyle anılan ilk kadın doktor olmasıyla bilinmektedir. Kendisinin milattan yaklaşık 2700 yıl önce yaşadığına inanılıyor. Ptah’ın yaşamının ayrıntıları büyük ölçüde bilinmiyor. Ancak bilinen şey, zamanının tek doktoru olmadığıdır. Kadınlar, Antik Mısır’ın tıbbında, özellikle kadın doğum uzmanlığında önemli bir rol oynadılar. Kendisinin Krallar Vadisi’ndeki bir Mısır mezarına resmi çizilidir. Burada Merit Ptah, bir baş rahip olan oğlu tarafından “başhekim” olarak tanımlanmıştır.

Liet-tzu (Si Ling-Chi) – İpek üretimini bulan Çinli İmparatoriçe (MÖ 2640) Yaklaşık MÖ 2700-2640 sıralarında Çinliler ipek yapmaya başlamıştı. Yarı efsanevi imparator Huang Di ipekböceği yetiştirme ve ipek ipliği eğme yöntemlerini icat etti. Huang Di, aynı zamanda antik Çin’deki kültürün temellerini atması ile bilinmektedir. Ancak aslında ipek ile ilgili keşifleri yapan kişinin kendisi değil de onun eşi olan Lei-tzu olduğu düşünülmektedir. Bu yüzden Liet-tzu, “Si LingChi” diye de tanınır. Bu “İpekböceklerinin Hanımı” anlamına gelmektedir.

Enheduanna – Astronom, matematikçi ve şair (yaklaşık MÖ 2354) Ay Tanrısı Nanna’nın Ur Kenti’ndeki ana tapınağının baş rahibesi Enheduanna, yıldızlar ve ayın döngülerini kaydetmek için gözlemciler görevlendiren ilk rahibedir. Döneminde, gökcisimlerinin hareketlerini gösteren haritalar yapılmıştır. Enheduanna, ilk dinsel takvimlerden biri olan ay takviminin oluşturulmasına katkıda bulunur. Bu takvim, günümüzde hâlâ Paskalya Yortusu, Hamursuz Bayramı gibi dinsel uygulamaları tarihlendirmek için kullanılır. Çalışmalarının ve ilahilerinin yanında, Enheduenna’nın 42 epik şiiri de tabletler üzerinde günümüze ulaşmıştır. Kayıtlı edebiyat tarihinde birinci tekil şahıs kullanarak yazan ilk kişidir. Enheduanna’ya ait taştan bir disk ve iki mühür günümüze kadar ulaşmıştır. Disk üzerinde üç yardımcısıyla birlikte görülen Enheduenna’nın kabartması profildendir. Bu kabartmanın arkasında, Enheduanna, “Nanna’nın (Ay Tanrısı) karısı ve Sargon’un kızı” olarak tanımlanır.

Tapputi-Belatikallim – Mezopotamyalı kimyager (MÖ 1200) Tapputi-Belatikallim, çeşitli kimyasallarla çalışmalar yaparak parfüm ve kozmetik malzemeler elde etmiştir. Tapputi Belatikallim’in adı, günümüze bir tablet üzerinde gelmiştir. Parfüm üretimi Mezopotamya’da çok önemliydi. Çünkü aromatik maddeler, kozmetik dışında ilaç ve dinsel amaçlarla da kullanılırdı. Parfümcülük araçları ve tarifleri, aşçılıkta kullanılanlara benzerdi. Parfüm üretiminde kullanabilmek için, bitkilerin özütlerini çıkaracak farklı kimyasal teknikler geliştirilmişti.

Sonduk – Silla Krallığı’nın kraliçesi ve astronom (MÖ 600’ler) Sonduk, Uzakdoğu’da bilinen ilk gözlemevini inşa ettirmiştir. Hanedanındaki tüm erkeklerin ölmüş olması nedeniyle MÖ 634’de tahta oturan Kraliçe Sonduk, MÖ 647’ye kadar Silla Krallığı’nı (bugünkü Kore) yönetir. Bu krallığa yöneticilik yapacak üç kadından ilkidir. Savaşlarla geçen hükümranlığı sırasında, krallığını bir arada tutabilmeyi başarır ve Çin’le ilişkilerini geliştirir. Sonduk’un yaptırdığı, ay ve yıldızların kulesi (Ch’omsong-dae) adıyla anılan gözlemevi, eski Silla Başşehri Kyongju’da, günümüze kadar ulaşmıştır.

Aglaonike – Antik Egeli, astronom (MÖ 5. yüzyıl) Aglaonike, ay tutulmalarının zaman ve konumunu tahmin etme konusunda uzmanlaşmıştır. Zamaasnın insanları Aglaonike’nin istediğinde ayı kaybedebildiğini sanmış; bu niteliğini cinsiyetinden ötürü, bilimsel birikiminden çok güçlü bir büyücü olmasına bağlamışlardır. Tarihin ilk kadın astronomlarından olan Aglaonike’nin adını Venüs gezegeninde bir krater yaşatıyor.

Hipparchia – Kinik okulundan, Antik Egeli filozof (MÖ 360-280) Hipparchia felsefesiyle, Sokrates’in öğrencisi Antisthenes’in kurduğu Kinik okulundan sayılır. Kadınların geleneksel rollerinden kurtulmaları için de

mücadele etmiştir. Ailesi, soylu ve zengindir. Hipparchia erkek kardeşi aracılığıyla, Kinik filozoflardan Krates ile tanışır. Kinizm, gereksinimsizlik öğretisini temsil etmektedir. Bu öğreti, gereksinimlerin insanı toplumun kurallarına ve zorlamalarına bağladığını söylerdi. Hipparchia, Krates’in öğretisinden o kadar etkilenir ki ailesinin karşı çıkmasına rağmen onunla evlenir ve devamında onun yoksul, göçebe hayatına katılır.

“Ben Hipparkhia, kadınların alışkanlıklarını izlemedim; bunun yerine erkekçe olan cesareti ve güçlü köpekleri (kinikleri kast ediyor) takip ettim. Ne elbiselerim de ve ne de boynumda, ellerimde, ayaklarımda değerli taşlar istedim. Güzel kokularla bezenmiş başlıklarımda olmadı. Bunların yerine bir değnek, çıplak ayak ve üstümü örten şeyler ve yumuşak bir yatak yerine sert bir yerle yetindim. Böyle bir yaşam Trakyalı bir kızın yaşamına tercih edilir; çünkü avlamak bilgelik peşinden koşmak kadar değerli değildir.“ Ona göre felsefenin yaşama düzen vermesi gerekir ve bu düzen de şöyledir; ”Özgür insan, gereksinimi olmayan insandır”. Hipparkia’nın düşüncesini en iyi anlatan cümlesi belki de budur; ”Bilmek önemli ama irade eylemek de önemlidir.”

Pan Chao – Çinli tarihçi ve yazar (MS 50-112) Pan Chao, Çin İmparatorluğu’nun tarihini anlatan ve birkaç kuşak tarihçinin üzerinde çalıştığı Han’ın Kitabı’nı tamamlamıştır. Ayrıca 8 adet kronolojik tablo hazırlamış ve astronomi üzerine bir de tez yazmıştır. En ünlü yapıtı ise, Kadınlar İçin Dersler’dir (Nu Jie). Pan Chao, edebiyatçıların ürünleri üzerine yorumlar ve şiirler de yazmıştır.

Marguerite Porete  1255-1320 yıllarında Fransa’da yaşayan bu düşünür de mistik düşüncenin temsilcilerinden kabul edilmektedir. Hayatı oldukça ilginçtir; din sapkını olarak suçlanarak, yakılarak öldürülmüştür. Bunun nedeni, “Yalın Ruhun Aynası” isimli kitabında savunduğu fikirleridir. Bu kitapta Marguerite, ruhun tamamen özgür olması gerektiğini savunmuştur, buna göre kilisenin kurallarından kopulmalı ve tanrı ile kurulan bağı kişinin kendi içinde kurmalıdır. Bu düşünce tarzı, Orta Çağ dönemi için oldukça cesur düşünceler olup, cezası ölüm olmuştur.

Christine de Pizan (1364 - 1430) Dul bir kadın olması, toplum içerisinde saygınlığının az olmasına yol açmıştır. Gerek bu tutum gerekse gündelik hayatın zorluklarını yaşasa da şiir, siyasi ve felsefi yazılar yazması onun da güçlü bir yapısının olduğunu göstermektedir. “Kadınlar Kenti Üstüne”, “The Book of the City of Ladies” ve “The Treasure of the City of Ladies” isimli yapıtları en önemli çalışmalarıdır. Birçok soyluya kâtip olarak hizmet etmiştir. Düz yazılar ve şiirler kaleme almıştır. Toplamda 30 kitap yazmıştır Bu eserinde aslında bir ütopyadan bahsetmektedir. İnancını kaybetmese de eleştiri yapmış ve bunu eserine de yansıtmıştır.

Rönesans döneminin kadın düşünürlerinden biri de Tullia d’Aragona (1510 - 1556). Ünlü “Aşkın Sonsuzluğu Üstüne Diyalog” isimli eserinde sonsuz büyük aşk üzerine düşüncelerini dile getirmiştir. “Belirli bir hedefe doğru hareket eden her bir şeyin bu hedefe ulaşınca devinimi kestiğinden ve bunun sonucunda artık devinmediğinden kuşku duyulamaz. Çünkü onu devinim içinde tutan ve deviniminin hedefi olan neden ortadan kalktığında zorunluk olarak etkisi de, yani devinim de yok olur. Oysa alışılmış biçimde seven ve sevilen nesneye bedenen sahip olmaktan başka bir özlemi olmayan herkes, özlediği birleşmeyi elde eder etmez devinimi bırakır, artık sevmez” yazar. Platoncu geleneğin temsilcilerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İtalya’da yaşayan düşünür iyi bir eğitim almıştır. Felsefe üzerine yaptığı konuşmalar onu ön plana çıkarsa da cadı ve fahişe olarak suçlanmaktan da kurtulamamıştır.

Isotta Nogarola (1418 – 1466) Yazar ve düşünür, Rönesans‘ın en

ünlü kadın hümanisti, düşünürü ve sanatçısıdır. “Adem ve Havva Üzerine Diyalog” isimli eseri günümüze kadar süregelen cinsiyet kimliği ve kadın doğası tartışmalarının kapısını açmıştır.

Rönesans döneminde diğer bir kadın düşünür ise; Marie Le Jars de Gournay’dır. 1565-1645 yılları arasında yaşayan düşünür felsefenin yanı sıra fizik, geometri, tarihle de ilgilenmiştir. Hayatında dönüm noktalarından birisi filozof Michel de Montaigne ile tanışmasıdır. Bu tanışıklık, Marie Le Jars de Gournay’ın daha cesur bir şekilde düşüncelerini dile getirebilmesini sağlamıştır. Dilin önemi üzerine yaptığı araştırmalar dikkat çekicidir. Başyapıtı olan eseri, “Erkeklerin ve Kadınların Eşitliği Üzerine” kaleme alır ve bu eserinde erkek ve kadının ruhen eşit olduğunu savunur. Teori ve pratiği birleştirdiği yazılarında toplumsal sistem eleştirilerine de yer vermiştir. Dilin önemi üzerine de dikkat çekici araştırmalar yapmıştır.

Rönesans dönemi kadınlar için cadı avı vakaları açısından tehlikeli bir dönem olmaya devam etse de bir yandan özgür düşüncenin tekrar ortaya çıkması açısından dikkat çekicidir. Bu dönemin kadın düşünürleri Antik Çağ’ın düşünürlerini (Platon, Sokrates.. vb.) kendilerine örnek alarak, skolastik düşünce yapısından bağımsız düşünceler geliştirebilmişlerdir.

Mary Astell (1666 – 1731), bir din adamı olan amcasından aldığı matematik, felsefe dersleri ile kendini geliştirmiş, daha sonra Londra’ya yerleşmiştir.  Düşüncesinde Descartes ve Locke’un etkileri hissedilir. Düşüncelerinde kadın haklarına yönelik ilk nüveler görülür: Kadınların iyi bir eğitim alması ve toplumsal hayata katılım göstermeleri gerektiğini savunur.

Maria Sibylla Merian (1647-1717) Böcek bilimci, botanikçi, doğa bilimci ve sanatçı Maria Sibylla Merian, böceklerin ve bitkilerin olağanüstü detaylı ve son derece hassas çizimlerini yaptı. Merian, canlı örneklerle çalışarak biyolojinin daha önce bilimle bilinmeyen yönlerini açıkladı. Merian’ın böcek hayatı araştırmaları ve böceklerin yumurtadan çıktığını keşfinden önce, canlıların çamurdan kendiliğinden oluştuğu düşünülüyordu. New York Times’ın, 2017’de bildirdiğine  göre, sadece böcek yaşam döngülerini değil, aynı zamanda yaratıkların yaşam alanlarıyla nasıl etkileşime girdiğini gözlemleyen ve belgeleyen ilk bilim kadını oldu.

Gabrielle Émilie Le Tonnelier de Breteuil, marquise du Châtelet (1706 - 1749), Fransız matematikçi, fizikçi ve yazardır. Küçük yaştan itibaren,

eskrim, binicilik, jimnastik gibi derslerin yanında sıkı bir eğitim almaya başladı.12 yaşına geldiğinde, Latince, İtalyanca, Yunanca ve Almanca'yı akıcı bir dille konuşabiliyor ve çevirmenlik yapabiliyordu. Felsefe, matematik, edebiyat ve bilimsel konularda eğitim almasına karşın, danstan hoşlanıyor, arp çalıyor, opera şarkıları söylüyordu. aile baskısından ve sıkı disiplinli eğitim çalışmalarından kaçarak 19 yaşındayken evlendi. Eşi aracılığıyla Fransız yazar ve filozof Voltaire ile tanışan Châtelet, ünlü yazarla birlikte kiliseyle devletin ayrılması ve devletin gücünün sınırlanması ihtiyacı gibi konularda çalışmalar yaptı. 20 yaşına geldiğinde eğitimini

sürdürmek amacıyla, Fransız Bilimler Akademisi'ne başvurdu ancak cinsiyeti nedeniyle reddedildi. Bu akademi, ilerleyen yıllarda Châtelet'in Tabiat Üzerine Tezler adlı kitabını yayınlamayı üstlenmiştir. Châtelet'in en önemli eserlerinden biri, Isaac Newton'ın Principia (Prensipler) kitabının Fransızca'ya çevirisidir. Fransa'nın, Newton'ı tanımasında, Châtelet'nin bu çevirisi büyük önem taşır. Newton’a göre; hareket eden cismin enerjisinin kütlesi ile doğrudan orantılı olmadığı düşüncesinin tersini savunan Emilie du Châtelet, kütle ve hızının karesi ile orantılı olduğunu kanıtladı.Einstein’in teorisini (e=mc²) destekleyen bu düşünce bilim dünyasında ilgi gördü. Ölümünün ardından Voltaire'in sevgilisi olarak anıldı.

Caroline Herschel (1750-1848), Alman-İngliz bir astronom ve kendisi gibi astronom olan William Herschel’in kız kardeşidir; iki kardeş tüm kariyerleri boyunca beraber çalışmıştır. Astronomiye en önemli katkısı, bazı kuyruklu  yıldızları keşfetmesi olmuştur; bunların içinden özellikle kendi adını taşıyan periyodik kuyruklu yıldız 35P/Herschel-Rigollet’nin  keşfi önemlidir. Herschel, Mary Somerville ile birlikte Kraliyet Astronomi Derneği Altın Madalyası’nı kazanan ve Kraliyet Astronomi Derneği’nin  onursal üyeleri arasına giren ilk kadındır. Ayrıca, Kraliyet İrlanda Derneği’nin de onursal bir üyesi olmuştur. Prusya Kralı,  Herschel’e 96. doğum günü şerefine bir Bilim Altın Madalyası vermiştir.

Olympe de Gouges (1748-1793) Aydınlanma döneminin diğer bir kadın

düşünürü olan ve kadın hakları üzerine ilk kez düşünce üretenlerden biridir. Kilise ve evlilik kurumu üzerine eleştirel düşünceler kaleme almıştır. Toplumsal sorunları gündeme getiren romanlar yazmıştır. “Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirisi” isimli yapıtında kadın-erkek eşitliğini savunmuştur. Düşünceleri yüzünden önce tutuklanmış, ardından giyotin ile idam edilmiştir.

Mary Wollstonecraft (1759 – 1797), İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusudur. O zamanlar kadınlara açık olan meslek ya da uğraşların hemen hepsine el atmıştır: Zengin kişilere çeşitli gezi ve etkinliklerinde ücret karşılığı refakat etme, mürebbiyelik, öğretmenlik, okul müdireliği, toplumsal eleştiri ve roman yazarlığı gibi birçok uğraşı olmuştur. Fransızca,

Almanca ve İtalyanca öğrenenWollstonecraft genelde tercüme yapmaktaydı. Onu önemli kılan feminizmin ilk sistematik eseri olan “Kadın Haklarının Savunulması“nın yazarı olmasıdır.

Marie-Sophie Germain (1776-1831), Fransız asıllı matematikçi, fizikçi ve filozoftur. Elastiklik teorisinin öncülerinden biri olarak konuyla ilgili yazdığı tez ona, Paris Academy of Sciences tarafından verilen büyük bir ödül kazandırdı. Fermat’ın son teorisi hakkında çalışan matematikçilere kaynak sağladı. Kadınlara olan önyargılar sebebi ile kariyerini matematik üzerinden yapamadı; fakat bağımsız olarak matematik üzerine hayatı boyunca çalıştı. Matematiğe olan katkıları sonucu ölümünden 6 yıl sonra Göttingen Üniversitesi tarafından fahri doktorluk unvanı aldı. The Academy of Sciences tarafından her yıl verilen The Sophie Germain Prize adlı bir ödül bulunmaktadır.

Mary Somerville (1780-1872), İskoçyalı bilim yazarı ve polimattır. Astronomi alanındaki çalışmalarıyla  Caroline Herschel ile birlikte Kraliyet Astronomi Topluluğu’na kabul edilen ilk iki kadın üyeden biri olan Somerville, bunun yanı sıra  matematik alanında çok önemli çalışmalara imza atmıştır.

Mary Anning (1799-1847), Britanyalı bir fosil biriktiricisi ve paleontolojisttir. Henüz 10-12 yaşlarındayken dinozor kalıntıları keşfetmiş ve bu kalıntıları bir bütün olarak gün yüzüne çıkarmıştır. Fosil keşifleri ve incelemeleri sayesinde bu alanlarda dünyanın gelmiş geçmiş en önemli bilim insanlarından biri olduğu kabul edilmektedir.

Sonja Kowalewsky (1850-1891), ilk büyük kadın Rus matematikçisidir. Analiz, diferansiyel denklemler ve mekanik alanlarına birçok orijinal katkıda bulunmuştur. Kuzey Avrupa’da ilk kez tam profesörlük alan kadındır. Ayrıca bilimsel bir dergide editör olarak çalışan ilk kadınlardandır.

Clara Zetkin (1857 – 1933) Alman Marksist siyaset teorisyeni ve düşünürdür. Kadın hakları savunucusu ve aktivisttir. 1911 yılında “Kadınlar Günü“nü ilk kez düzenleyen kişidir.

Madam Curie (1867-1934), Polonya asıllı kimyager ve fizikçi. Çalışmalarıyla bir çığır açan ve Nobel Ödülü’nü alan ilk kadın, bu ödülü iki kere alan ise ilk bilim insanı. Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda Nobel Ödülü kazanmıştır. Uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfeden Curie, bunun dışında toryumun radyoaktif özelliğini buldu ve radyum elementini ayrıştırdı. 1903 Nobel Fizik ödülü ve 1911 Nobel Kimya ödülü sahibi olmasının yanı sıra radyoloji biliminin de kurucusudur.

Ada Lovelace (1815-1852), İngiliz matematikçi ve yazardır. Esas olarak Charles Babbage’in erken dönem mekanik genel  amaçlı bilgisayarı Analitik Motoru üzerindeki çalışmaları ile bilinir. Motor hakkındaki notları, bir makine tarafından işlenmek üzere yazılan ilk algoritmayı içerir. Bundan dolayı dünyanın ilk bilgisayar programcısı olduğu kabul edilir.

Maria Mitchell (1818-1889), 1847 yılında teleskop yardımıyla “Miss Mitchell Kuyrukluyıldızı” olarak da bilinen kuyrukluyıldızı keşfeden Amerikalı bir astronomdur. Mitchell bu keşfi sayesinde, Danimarka kralı 7. Frederick tarafından sunulan altın madalyaya layık bulunmuştur – ki bu ödülün o dönemde bir kadına verilmesi sıra dışı ve önemli bir durumdur. Mitchell, mesleği astronomluk olan ilk Amerikalı kadındır.

Fatma Aliye Hanım (1862 – 1936) Türk edebiyatının ilk romancısıdır ve ilk felsefecisi olarak kabul edilmektedir. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa‘nın kızıdır. Edebi yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet‘in “Volonté” adlı romanını “Meram” adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı “Bir Hanım” imzasıyla yayımlamıştır. 1892 yılında “Muhadarat” adlı ilk romanını kendi adıyla yayımladı. Fikirlerini dile getirdiği başka eserler de kaleme aldı. Günümüzde kullandığımız 50 TL’nin arka yüzünde onun portresi bulunmaktadır.

Rosa Luxemburg (1871 – 1919) Polonya doğumlu Alman marksist politika teorisyeni, filozof ve siyasi aktivist. Düşünür kimliğinin yanında devrimci kimliğiyle de tanınan Luxemburg komünist faaliyetlerinin bedelini trajik biçimde ödemiştir: Ölene kadar dövülmüş ve cesedi nehre atılmıştır.

Lise Meitner (1878-1968), Avusturyalı bir fizikçidir. Nükleer fizik ve radyoaktivite üzerine çalışmış olmasının yanı sıra fizyon olayının teorik

yorumunu yapmıştır. 11 Şubat 1939’da Otto Frisch ile birlikte dünyayı değiştirecek bir makale yayınladılar: “Uranyumun nötronlarla parçalanması: Yeni tip bir nükleer tepkime“. Bu makalelerinde Hahn ve Strassmann’ın deneylerini referans göstererek ve çekirdeğin damlacık modeli kullanarak; baryumun, uranyumun parçalanmasından ortaya çıktığını önerdiler. Bu olaya fisyon ismini koydular ve bir çekirdekte oluşan nükleer fisyon tepkimesinden yaklaşık 200 milyon elektron volt (200 MeV) enerji açığa çıktığını hesapladılar.

Emmy Noether (1882-1935), 20. yüzyılın başlarındaki büyük matematikçilerden biriydi ve araştırması, hem modern fizik hem de matematiğin iki temel alanı için zemin hazırlamaya yardımcı oldu. Yahudi bir kadın olan Noether, en önemli çalışmasını 1910’ların sonu ile 1930’ların başı arasında Almanya’daki Göttingen Üniversitesi’nde araştırmacı olarak yaptı. Simetri ile ilgili en ünlü eserine Noether’in teoremi denir; modern fizik ve kuantum mekaniği için gerekli hale gelen daha ileri çalışmalar için zemin hazırladı. Daha sonra matematikçiler arasında en çok saygı duyduğu eser olan soyut cebirin temellerini oluşturmaya yardımcı oldu ve bir dizi başka alana temel katkılarda bulundu. Nisan 1933’te Adolf Hitler Yahudileri üniversitelerden kovdu. Bir süredir Noether, Amerika’da Albert Einstein gibi diğer Yahudi Alman bilim adamlarını takip etmeden önce evlerinde öğrencilerini gördü. Nisan 1935’te ölmeden önce Pennsylvania’daki Bryn Mawr Koleji’nde ve Princeton Üniversitesi’nde çalıştı.

Janaki Ammal, Botanikçi (1897 – 1984), Hindistan’ın ilk kadın bitki bilimcisi olan Ammal, bugün yetiştirilmekte olan birçok melez türü geliştirmiştir. Kendisi ayrıca Hindistan’daki biyolojik çeşitliliği koruma çalışmalarında da yer almıştır.

Grace Murray Hopper (1906-1992), Amerikalı bilgisayar bilimcisi ve ABD donanmasında rütbeli askerdir. Harvard Mark I bilgisayarının ilk programcılarından biri olan Hopper, bilgisayar programlama dilleri için ilk derleyiciyi geliştirdi. İlk modern programlama dillerinden biri olan COBOL’un da geliştiricilerindendi. Bilgisayar dilinde “debugging” diye bilinen programı hatalardan temizleme konseptinin de ilk kullanıcılarındandı. Amerikan savaş gemisi USS Hopper (DDG-70) adını kendisinden almıştır.

Hannah Arendt (1906 – 1975) Dünyaca ünlü filozof Martin Heidegger‘in Marburg Üniversitesi’nde öğrencisi olan Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına ve birçok kişinin kendisini filozof olarak görmesine karşın, o kendini “siyaset kuramcısı” olarak görür. Bir Yahudi olan Arendt, Nazilerden kaçarak, ABD’ye yerleşmiştir. Arendt’in çalışmaları otoriterlik, totalitarizm ve kötülük gibi konular üzerinde yoğunlaşır.

Dorothy Crowfoot Hodgkin 1910-1994, protein kristalografisi adlı bilim dalının kurucusu olan Britanyalı bir bilim insanıdır. Biyomoleküllerin üç boyutlu yapılarını belirlemek için kullanılan X ışını kristalografisi tekniğinin öncülüğünü yapmıştır. En önemli başarıları kolesterol, penisilin, B12 vitamini ve insülinin moleküler yapılarının keşfidir. B12 vitamini üzerine çalışması ile 1964 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülmüştür.

Simone de Beauvoir (1908 – 1986) Fransız yazar ve filozof. Roman, felsefe politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci. En önemli eseri 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelemesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu “İkinci Cins“(Le Deuxième Sexe) sayılabilir.

Virginia Apgar (1909-1974), yeni doğan bebeklerin sağlığını değerlendirmek için basit ve hızlı bir yöntem olan Apgar skoru icadı ile en iyi bilinen anesteziyoloji ve obstetrik tıbbi alanlarında öncü bir kadın bilim insanıdır. Apgar 1933’te tıp diplomasını aldı ve cerrah olmayı planladı. Ancak o sırada ameliyat olan kadınlar için sınırlı kariyer fırsatları vardı, bu yüzden ortaya çıkan anesteziyoloji alanına geçti. Ulusal Sağlık Enstitüsüne göre, alanında lider ve Columbia Üniversitesi Doktorlar ve Cerrahlar Koleji’nde tam profesör olan ilk kadın olmaya devam edecekti. Apgar’ın araştırma alanlarından biri, doğum sırasında kullanılan anestezinin etkilerini araştırdı. 1952’de, yaşamın ilk dakikalarında yenidoğanların hayati belirtilerini değerlendiren Apgar skorlama sistemini geliştirdi. Skor yenidoğanın kalp atım hızı, solunum çabası, kas tonusu, refleksler ve renk ölçümlerine dayanmaktadır ve düşük skorlar bebeğin acil tıbbi müdahaleye ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Sistem bebek ölümlerini azalttı ve neonatoloji alanın doğmasına neden oldu ve bugün hala kullanılıyor.

Brenda Milner (1918), “nöropsikolojinin kurucusu” olarak adlandırılan Milner insan beyni, hafızası ve öğrenmesi hakkında çığır açan keşifler yaptı. Epilepsi için beyin ameliyatı geçirdikten sonra yeni anılar oluşturma yeteneğini kaybeden “Hasta HM” ile yaptığı çalışma ile bilinir. 1950’lerde tekrarlanan çalışmalarla Milner, Hasta HM’nin bunu yapmasına dair bir anısı olmasa bile yeni görevleri öğrenebileceğini buldu. Kanada Sinirbilim Derneği’ne göre beyinde birden fazla bellek sistemi olduğu keşfedildi. Milner’ın çalışması, hipokampus ve frontal lobların hafızadaki rolü ve iki beyin yarıküresinin nasıl etkileştiği gibi beynin farklı alanlarının işlevlerinin bilimsel olarak anlaşılmasında önemli bir rol oynamıştır. Çalışmaları bugüne kadar devam ediyor. Montreal Gazette’e göre Milner 101 yaşında hala Montreal’deki McGill Üniversitesi’nde nöroloji ve nöroşirurji bölümünde profesördü.

Jocelyn Bell Burnell, 1943 yılında doğan Kuzey İrlandalı astrofizikçi, pulsarları keşfeden bilim insanı olarak tarihe geçti. Bunun yanı sıra büyük bir radyo  teleskobunun yapılmasında emeği geçen Burnell, pulsarların düzenli olarak yaydığı radyo sinyalleri konusunda da araştırmalar  yaptı.

ve daha yazamadığım pek çokları...

İnternet Siteleri: 

Wikipedia

https://tr.wikipedia.org/wiki/Kad%C4%B1n_Matematik%C3%A7iler

https://artuk.org/discover/stories/from-the-garden-of-eden-to-killing-eve-deconstructing-the-first-woman-in-art#https://www.academia.edu/44554345/HYPATIANIN_I%C5%9EI%C4%9EINDAN_B%C4%B0ZE_YANSIYANLAR

https://www.academia.edu/43458011/Hypatian%C4%B1n_Ya%C5%9Fam%C4%B1

https://www.academia.edu/44646943/Antik_Yunanda_Hekate_K%C3%BClt%C3%BC

https://www.academia.edu/27020029/Hypatia_The_First_Female_Mathematician_Scientist_and_Philosopher

https://www.academia.edu/37158549/Antik_Yunanda_kad%C4%B1n_Betimlemeleri_ve_Kad%C4%B1n%C4%B1n_Sosyal_Stat%C3%BCs%C3

https://www.yoair.com/tr/blog/anthropology-an-analysis-of-matriarchal-societies-and-their-culture/;

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/33408/sedef_kapanoglu.pdf?sequence=1; https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/

Popüler İçerikler

Okullardaki Yılbaşı Kutlamalarına Gelen Yasağa Mustafa Sandal'dan "Onlara İnat 'Duble' Kutlayacağız!" Tepkisi
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!