Necip Fazıl Kısakürek'in Kaleminden Kendisine ve Edebiyat Dünyasına Dair 21 İlginç Bilgi

Konaklardan izbelere, kumarhanelerden içki masalarına, esrar partilerinden gündüzünü görmediği şehirlere doğru seyreden bir hayat. Yalanlar, isyanlar, acılar ve virane odalarda çekilen ıstıraplar. Yakasına yapıştığı konsoloslar, edebiyat dünyasından dostlara atılan tokatlar, sabaha karşı içine dolan hüzünler. Necip Fazıl Kısakürek, tam otuz yıl boyunca ensesinin örsünde demirden bir balyozu hissediyor ve yaşadığı çevrenin en doğal getirisi olarak kendini salonların, eğlencelerin, yeşil çuhalı masaların kollarına bırakıyordu. 

Not: Aşağıda yer alan bilgilerin tümü Necip Fazıl'a ait olan 'O ve Ben / Bâbıâli / Kafa Kağıdı / Hikayelerim / Çile' kitapları ve Mina Urgan'ın 'Bir Dinozorun Anıları' kitabından alıntılanmıştır. Galerideki bilgilerde herhangi bir ekleme, dedikodu, uydurma söz konusu değildir. Şair kendi kitaplarında büyük bir özgüven ve açıklıkla 30 yaşından önceki feci hayatını ve edebiyat çevresini kaleme almıştır. Tırnak içerisinde italik olarak belirtilen kısımlar Necip Fazıl ve Mina Urgan'ın kitaplarından direkt olarak alınan kısımlardır. Tüm bu bilgiler çerçevesinde iyi ve kötü yönleriyle gerçek bir Necip Fazıl portresi çizilmiş, tamamen tarafsız bir tutum takınılmış ve sadece edebi bir çizgi seyredilmiştir. Bu yüzden yapılacak yorumların da yine sadece 'edebiyat' çerçevesinde yapılması önemle rica edilir. 

KAYNAK: MEÇHUL DERGİ

1. Şair olmaya karar verdiği ilk an

“Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:

-Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!

Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının  penceresinde, savrulan  kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:

-Şair olacağım!

Ve oldum.”

2. Ölümden dönüşleri

Necip Fazıl Kısakürek çocukken oldukça haşarı, oldukça yaramaz biriydi. Bu yerinde duramayan fazlasıyla şımartılmış çocuk kireci kaymak zannedip yer, denize düşüp boğulma tehlikesi atlatırdı. Babasının arabasının tamir edildiği bir gün eğilip tekerin altına kafasını sokan ve ölümden dönen Necip Fazıl, yarılan alnındaki izi bütün bir ömrü boyunca taşıyacaktı. 

“İki yaşımda mıyım, üç yaşımda mıyım bilemiyorum, ortada kimsenin bulunmadığı bir an arabaya yaklaşıp tekerleği çevirmeye başlıyorum. Lastiğin üstünde pünez başları gibi küçük demir pullar bulunan tekerlek alnıma çarpıyor ve ben kanlar içinde yere seriliyorum.”

3. Yaramazlığa bulunan çare: Kitaplar!

Necip Fazıl'ın cici anne dediği ninesi, Necip Fazıl'dan en fazla nasibini alan isimdi. İnanılmaz derecede ölümden korkan cici anne odasından aşağı  yangın ve deprem riskine karşı sürekli bir ip sarkıtır, yatarken arkasına 4-5 yastık koyar ve oturur vaziyette uyurdu. Necip’in elinden kurtulmak isteyen cici anne yığar Necip’in önüne bir sepet dolusu romanı…Sabahlara kadar okuma alışkanlığını bu dönemde kazanır şair fakat çocuk yaşı bu romanların altından kalkamaz. 

“Ve ben ağlıyordum. Sebebini bilmeden, ne istediğimi bilmeden… Bu hallerim gözden kaçmamış olacak ki, bir aralık kitaplarıma el koydular: ‘Artık okumak yasak!’ ”

4. Yangın kulesinde öpülen kızlar

Necip Fazıl'ın Bahriye Mektebin'den ayrıldıktan sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne kaydını yaptırmış ve sürekli kurtulmak istediği Bahriye Mektebi'nden sonunda kurtulmuştu. Üniversite yılları oldukça uçarı geçen şair çeşitli çapkınlıklara imza atıyor, üniversite bahçesinde bulunan Yangın Kulesi'nin tepesine çıkardığı kızlara 'İşte Metropolis!' nidalarıyla İstanbul'u gösteriyordu. Bu etkileyici şölen kızların yanaklarına veya dudaklarına kondurulan buselerle daha da şenleniyordu.

5. Nazım Hikmet'i hapiste ziyaret

Edebiyatımızda sıkça birbirine düşman olarak anılan iki şair Necip Fazıl ve Nazım Hikmet anlatılanlar kadar olmasa da birbirlerinden pek haz etmezlerdi. Ancak bu durum karşılıklı saygının yitirilmesine asla engel değildi. Nâzım Hikmet'i hapiste ziyaret eden şair onun davasına olan sonsuz imanını ve edebiyat çevresinin o günkü durumuna göre sarsılmaz ahlakını takdirle karşılıyordu. 

'O sıralarda Nâzım Hikmet hapiste, Sultanahmed Cezaevinde... Bir akşam Mistik Şair, Rasim Us'a teklifte bulunuyor:

- Gel seninle hapishaneye kadar gidip Nâzım Hikmet'i ziyaret edelim!

- Vakit geç... Bırakmazlar...

- Gazeteci olduğumuzu söyler, kim olduğumuzu belirtir, girer ve görürüz.

Gittiler, hürmetle karşılandılar ve tel örgünün arkasında Nâzım'la karşılaştılar:

- Nâzım, dedi Mistik Şair; benim rejimim olsaydı seni asardım ve bu, adaletin ta kendisi olurdu. Fakat hiçliğin rejiminden gördüğün mesnetsiz zulmü asla kabul edemeyeceğim için seni görmeye geldim!

Nâzım Hikmet, parmakları bir maymun kavrayışiyle tel örgünün deliklerinde, çivit rengi gözleri yaş dolu, şu cevabı verdi:

- Benim rejimim de olsa, ben de seni asardım. Ama inanmış olmanın haysiyetini ve sanatta 'eski'nin en yükseği olmandaki değeri inkâr etmezdim.

Nâzım şuydu, buydu; hususiyle Mistik Şair'in gözünde kurgulu bir (robot), muhteşem bir ahmaktan başka bir şey değildi, ama inanmış bir adamdı. Bu bakımdan bir dinsize düşebilecek kadariyle samimiydi, Babıâli ahlâkından uzaktı; ve kendisine 'sen komünist misin?' diye soran hâkime 'topuğumdan saçıma kadar!' diyebilecek derecede inancının kahramanıydı. Hattâ bu cephesiyle, fırıldak tarafları pek çok olan Peyami Safa'ya tesir etmiş ve onun en iyi eseri kabul ettiği bir kitabını kendisine ithaf ettirmeye muvaffak olmuştu.' 

6. Kumar merakı ve gündüzünü görmediği paris

Kağıtların verdiği haz benzersizdi, hiçbir kadın bu kadar etkili bir tene, bu denli benzersiz bir dokuya sahip değildi. Kumar “kubur faresi hayat” olarak tasvir ettiği hayatın en vazgeçilmez ve benzersiz meşgalesiydi. Onu düşünceden ve vehimlerden uzaklaştıran bu illet o kadar önemliydi ki onsuz bir hayat yaşamaya değmeyecek bir hayattı.

 “Herkes benim kumarı kumar için oynadığımı sanıyor. … Halbuki ben kumarı, düşünmemek için oynuyorum. Ruhuma üşüşen sabit fikirlerin, beyin zarımı yırtan vehimlerin biricik ilâcı olarak onu buldum. Kumar oynayamayacak hâle geldiğim gün intihar etmekten başka çarem kalmayacaktır.”

Bu kadar meftun olduğu kumar yüzünden okumak için gittiği Paris'in gündüzünü görmeyen şair bu durumu satırlarına şöyle döküyordu:

“Bütün bir mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum.”

7. Türk konsolosunu tehdit ve ondan alınan paranın tekrar kumara yatırılması

Kumar illeti bir bambaşka bir boyuttu, bunun için cinayet işlemeyi bile göze alabilecek olan şair Paris’te öğrenciyken Türk konsolosunun yakasına yapışacak ve ondan para isteyecekti. Sıradan biri olmayan bu adamdan aldığı parayla yurda dönüş bileti almak yerine iskambil kağıtlarının suni sıcaklığını satın alacak, Paris’te yaşadığı sefaleti daha da katlayacaktı.

“Aralarında silindir şapkalı, dolama ipek kravatlı, göğsü dürbünlü, bizim konsolos cenapları!.. Parmaklığa koştu. Konsolos tam önünde… Elini uzattı ve konsolosu omuz başından kavradı.

Konsolos dehşetle:

- Siz misiniz?.. Ne yapıyorsunuz?.. Yabancılardan çekinmiyor musunuz?

-İsterseniz beni polise teslim edin! Sizi asla bırakmam!

-Ne istiyorsunuz?

-Para!

-Çekiniz elinizi yakamdan!..

-Çekmem! Para!

-Akşama doğru konsolosluğa gelin de görüşelim:

Konsoloslukta bir makbuz, imza ve 1000 frank…”

8. Nurullah Ataç'a atılan tokat

Kumar bir tek onun meftun olduğu bir bela değildir, bu hastalığa yakalanan bir diğer isim sonradan Nurullah Ataç olacak olan edebiyat çevresinin Nurullah Atâ’sıdır. Birçoğumuzun günceleriyle bildiği Nurullah Ataç tavlada kaybettiği oyunun sonlarında yüzünde Necip Fazıl’ın elinin sıcaklığını hissedecek ve bulundukları batakhane bir tokat sesiyle çınlayacaktır.

 “Nurullah Atâ, dört bir kaybetmek üzere olduğu tavlayı çat diye kapattı, ayağa kalktı ve saçları dimdik, haykırdı:

-Namusunuz varsa bana bir tokat vurun!

Profesyonel kumarbaz usûlca yerinden kalkıp kapının yolunu tutarken Genç Şair mırıldandı:

-Borçlu olduğun parayı ben vereyim de tokadı ben patlatayım! Seni, nefsine hakaret ettirmek hastası (Dostoyevski) mukallidi, seni!..

Nurullah Atâ:

-Sende insan tokatlayacak erkeklik ne gezer, “Örümcek Ağı” şairi!

-Çat!.. Genç Şairin beş parmağı Nurullah Atâ’nın tombul yanaklarında… Siyah bağa kenarlı gözlüğü de uçup gitmiş…” 

9. Hocası olan Ahmet Haşim'e tüm sanat camiası önünde atılan tokat

Necip Fazıl'ın tokatlarından nasibini alan sadece Nurullah Ataç değildi. Bir diğer talihsiz isim hocası Ahmet Haşim'di. 

'Birkaç yıl evvel, Güzel Sanatlar Akademisi balosunda, Peyami Safa'ya en iğrenç küfürleri basan, Sanat Tarihi Hocası Ahmed Haşim'i tokatlamıştı.

Akademi Müdürü Namık İsmail'e Peyami Safa ile Genç Şair'i göstererek:

- Namık, bu serserileri buraya neden çağırdın? Diye haykıran Ahmet Haşim, karşısına Peyami çıkınca ona en galiz tarafından sövmeye başlamış, bunun üzerine Genç Şair, Haşim'e sağlı ve sollu iki tokat atmış ve balo birbirine girmişti.

İşin Babıâli ahlâkı bakımından en hazin tarafı şu ki, Ahmed Haşim gibi bir şaire sırf arkadaşı Peyami Safa'ya ettiği hakaretten ötürü darılan Genç Şair, kısa bir müddet sonra onu, Peyami ile kol kola Babıâli'den aşağı doğru inerken görmemiş miydi!!! Olur şey değil!!! Sen dostun için birini tokatla, sonra o gitsin, senden önce onunla barışsın!.. Peyami, dış görünüşüne, hattâ içindeki bazı celâdet ve hak asabiyeti noktalarına rağmen bu sadakatsiz adamdı ve hep bu adam kalacaktı.'

Şair yaşanan feci hadiseden sonra Ahmet Haşim’le bir daha hiç konuşmamış ve Ahmet Haşim’in ölümü sebebiyle büyük bir üzüntü duymuştu.

Ahmet Haşim her ne kadar büyük tartışmalar yaşamış olsa da Necip Fazıl’ın şiirini büyük bir beğeniyle takip ederdi. Ahmet Haşim, şairin “Benim de yerim bu el oldu yâhu / Gençlik bahçesinde sel oldu yâhu” mısralarının yer aldığı “Kitabe” adlı şiiri için “Çocuk bu sesi nereden buldun sen?” diyordu.

10. Hediye ettiği tabloları geri alan Bedri Rahmi Eyüboğlu

'Bedri Rahmi, o zaman genç ve eşyayı tefsirde gerçek ressam..'. Sık sık (garsonyer)ine uğrayanlardan biri... Derinliğine duygu püskürtülü kelimeleri, cümleleri de var...

Bir gün ona bir haber vermişti Bedri Rahmi:

- Yarın Romanya'dan karım gelecek...

- Öyle mi, hiç haberim olmadı.

- İşte haber!..

- Nasıl bir insan karın!.. Bir iş ve meslek sahibi mi?

- O da benim gibi ressam...

- Peki, ne yapacaksın?

- Ben de onu düşünüyorum? Ne yapacağım? Onu nerede barındıracağım?

- Buraya getir! Hayatınızı kuruncaya kadar bende kalırsınız!

Ve beraberce Galata rıhtımına, deniz yoliyle gelen Romanyalı hanımı karşılamaya gitmişlerdi.

Kendi halinde, sesi kısık çıkan, ağırbaşlı bir kadın...

Günlerce Mistik Şairin apartmanında kalmışlardı. Bedri Rahmi de apartmanı, Mistik Şair'e hediye ettiği en gözde tablolariyle süslemişti. Onlar, karı - koca, aynı dairede, Mistik Şair'e uzak ve kendi başlarına; Mistik Sair de dışının dışarıya çekişiyle, için içeriye çekişi arasında yalpalamakta... Efendi Hazretlerinin bir üfleyişte kaba pisliklerini aldığı ruhunda büyük bir şahlanma kaynıyor ama henüz o dâvanın ne (epik - dasitanı) çapta şiirini, ne de gerçek tiyatro eseri verebilmiş değil... Hattâ ilerideki büyük fikriyata doğru ilk emekleme denilebilecek 'Ağaç' mecmuasına da birkaç mevsim uzakta... Maddenin ruha tahakkümü gibi mekânın zamana tasallutunu belirten şu apartman dairesinden kopmak ve yeni ufuklar aramak lâzım... Kolay!.. Fakat misafirlerini ne yapacak?.. 

Birkaç gün sonra, artık apartmanı tasfiye kararında olduğunu Bedri Rahmi'ye bildirmiş ve:

- Kendinize bir yer bulmanız gerekiyor, demişti; ben buradan çıkıyorum!

Bedri Rahmi, başını eğip susmuş, hiçbir şey söylememiş; bu sözü, koğulduğu mânasına alan bir tavır takınmıştı. Mistik Şair aksam üzeri apartmana gelince ne görmüş olsaydı iyi?.. Bedri Rahmi öteberisini toplamış, çekmiş, gitmiş!.. Giderken de, Mistik Şair'e hediye ettiği resimleri, ipleri çivilerde asılı kalacak şekilde koparmış, almış, götürmüş... Badri Rahmi, koğulan bir adamın bilhassa hediyesini geri almaması ve hakarete asıl bu en büyük hakaretle mukabele etmesindeki soylu mânayı anlamayacak bir adam değildi. Her halde koğulduğuna inanmamış olacak ki, böyle bir davranışa tenezzül etmiş olsun!!!'

11. Peyami Safa ve Beyza Hanımefendi dediği kokain

Türk edebiyatında oldukça muhafazakar bir yapıda gördüğümüz Peyami Safa'nın gençliği Necip Fazıl gibi oldukça uçarıdır. Bir gazinoda dans eden dansözün bel kıvırtışına hayran olan Peyami Safa her gece o dansözü seyretmeye gitmektedir. Bir diğer tutkusu da 'Beyza Hanımefendi' dediği kokaindir. Gerçekleştirilen kokain partileri ve bir uyuşturucuya bir kadın adının beyazlığı hasebiyle verilmesi şair için de oldukça şaşırtıcıdır.

'Beyzâ Hanımefendi meselesi... Beyzâ Hanımefendi, adı ve saniyle (kokain)... Küçük bir şişe içinde (naftalin) gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz... Bu şişenin içine ruhu hapsedilen bir kadındır ve ismi Beyzâ Hanımefendi... Beyazlığından kinaye... Beyza Hanımefendinin etrafında beş kara sevdalı... Eşref Şefik, Fikret Âdil, Mesut Cemil, Peyami Safa, Elif Naci... Onu ellerinin üst kısmında bas parmaklariyle şehadet parmağı arasındaki çukura gömerler ve burunlarına götürüp sağlı ve sollu çekerler... Hattâ ellerinde Beyzâ'dan en küçük bir zerre kalmasın diye o noktayı yalarlar, Beyzâ'dan bir zerre kaybolmasına razı olmazlar... Bunu onlara, tanıdıkları ecazıcılar temin ettiği gibi, Fikret Âdil'in alt katlarında Macar bar artistleri de bulur. Eğer bulamazlar da bohem halkasından birinde görecek olurlarsa karşılığında vermeyecekleri şey yoktur.'

12. Abidin Dino ve esrarla yaşanan aşk

Adibin Dino iflah olmaz bir esrar tutkunuydu ve onun evi başta Melih Cevdet ve Oktay Rifat olmak üzere edebiyatçıların esrar partileri verdikleri en uğrak yerdi. Necip Fazıl onun yanına gittiği bir gün karşılaştığı manzara karşısında dehşete düşecektir.'Âbidin Dino da, (Bodler)in 'Sun'î Cennet' adını verdiği cehennem yemişlerinden birine tutkundur:

Esrar... 'Asmalı Mescit' kadrosundaki (bohem)lerin 'Beyzâ Hanım' tutkunluklarına karşılık, esrar... Esrara argosiyle 'mal' ismini verir ve cebindeki olanca malını birkaç dirhem esrara feda etmekten geri kalmaz. Bir gün, Şişli'deki evde, salona bitişik küçük bir odadaki sedir üzerine uzanmış, göz kapakları yarı açık, yarı baygın, yatıyor. Karsısında da bir tabureye ilişmiş, onu hayretle seyreden Genç Sair. Odada kesif bir sigara dumanı ve keskin bir esrar kokusu... A!.. Âbidin, sağ elinin bas parmağiyle şehadet parmağını birbiri üzerinde kaydırmakta, sanki bir şeyi uğuşturmakta, yuğurmakta... A!.. Parmaklarının arasında, minicik, düğmeye benzer, beyaz bir şey... Bu şeyi ha bire uğuşturuyor, sanki öğütüyor.

- Âbidin?

- Efendim!

- Nedir o, parmaklarının arasındaki?

- Yasemin yaprağı...

- Ne yapıyorsun onunla?..

- Gerdeğe giriyorum!

-O da nesi?..

- Hiç bir kadın cildi bu çiçeğinki kadar duygulu ve dokunaklı olamaz.

- Anlayamıyorum!

- Nazik mi nazik, nermin mi nermin; bir o kadar da çekici, yutucu, bayıltıcı...

İki parmak arasında bütün usaresini salıveriyor, eriyor bitiyor.

Genç Şair, Âbidin Dino'nun, gözleri tavanda, kendi kendisine hitap eder gibi mırıldandığı bu lâflardan dehşete düşmüş:

- Sen diyor, adetâ bir çiçekle visale ermiş haldesin!

- Ne visali?.. Hangi kadın gerçekleştirebilir bu visali?..'

13. Esrarla ilk tanışma

Abidin Dino yine esrar içtiği bir gün yanına gelen şaire büyük ısrarla esrardan bir nefes almasını istedi. Sarılmış olan esrardan bir nefes alan şair yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: 

“- Hiç olmazsa sen de hayatında bir nefesçik olsun, çek!..

Genç Şair dayanamadı, sigarayı alıp birkaç nefes çekti ve Âbidin'e teslim etti.

Âbidin onu alıp sevgilisinin halini ve huyunu bilen bir ihtisas edasiyle

çekerken Genç Şair'de bir hal... Başı dönüyor! Feci!.. Başının gerçekten dönüp

dönmediğini anlamak için, salonun Maçka caddesine bakan penceresini açtı. Aman,

ne görüyor? Cadde apartmanın beşinci kat penceresiyle bir hizada değil mi?

İsterse ayağını atabilir ve caddeye çıkabilir...

Üsküdar tarafına baktı. Üsküdar odanın içinde ve ışıkları, altında bulunduğu

eğik bir kiraz dalının meyveleri kadar yakın... Elini uzatsa toplayabilir.

Artık o, kendisinde değil, hayâlinin zaman ve mekân tanımaz füzesinde...

- Deli mi oluyorum yoksa?...

Ancak bu kadar düşünebildi ve şeytan suratlı Âbidin kıs kıs gülerken kendisini

kanapeye zor attı ve beyninin motorunu durdurmayı becerebildi.”

14. Mina Urgan'ı Mina "Urgan" yapan Necip Fazıl

Şairin çok samimi olduğu bir diğer isim de hepimizin İngilizce çevirileri ve özellikle Thomas More hayranlığıyla bildiğimiz Mina Urgandır. Falih Rıfkı Atay’ın üvey kızı olan Mina Urgan aynı zamanda Necip Fazıl’la kapı komşusuydu. Bu dostluk her ne kadar ilerleyen yıllarda devamlılığını yitirse de Mina Urgan Necip Fazıl sayesinde Mina “Urgan” olabilecekti.

“Urgan soyadıma gelince, onu kendim isteyerek aldım. On sekiz yaşını geçtiğim ve bekâr olduğuma göre, istediğim soyadını alabilirdim. (Böyle güzel özgürlükler vardı Mustafa Kemal döneminde.) Bizim aile aşırı bireyci olduğundan, herkes ayrı ayrı soyadları aldı. Örneğin, teyzemin iki oğlu, anne baba bir kardeş olmalarına karşın, aynı soyadını almaya yanaşmadılar. Annemle dayım da değişik soyadları seçtiler. Şimdi şu Urgan soyadını bana kimin önerdiğini söyleyince, küçük bir şok geçireceksiniz: Necip Fazıl Kısakürek! Evet, iyi bir şair ve yetenekli bir oyun yazarı bildiğiniz, henüz dinciliğe soyunmamış olan, bizim arkadaş grubundan Necip Fazıl Kısakürek! 'Çalışkan', 'Erdemli', 'Ulugönüllü' gibi manevi anlamlar taşıyan bir soyadı değil, içinde çok sevdiğim U harfi bulunan bir nesne adı istiyordum. Necip Fazıl, 'Urgan'ı seç' dedi.'Urgan da ne demek?' diye sorduğumda, Anadolu'da ip anlamına geldiğini açıkladı ve kahkahalar atarak, 'solculuğundan ötürü günün birinde nasıl olsa asılacağın için, bu soyadı sana ayrıca uygun' diye ekledi.”

15. Necip Fazıl'dan bezen Falih Rıfkı Atay

Necip Fazıl Mina Urga’ın evine çok fazla giderdi. Bu gidişlerin bir sebebi de Mina Urgan’ın yazdığına göre, Necip Fazıl’ın Urgan’ın annesinin yakın arkadaşlarından birine âşık olmasından kaynaklıydı. Bu gidişler o kadar sıklaşmıştı ki Falih Rıfkı Atay artık bu durumdan şikayet eder hale gelmişti. Mina Urgan o ilginç anıyı şöyle anlatıyordu:

“… Necip Fazıl'ın yüzsüz bir yanı vardı. Başkalarının evinde kendi evindeymiş gibi davranırdı. Üvey babam Falih Rıfkı Atay, 'günün birinde bir de bakacağım ki, bu herif benim pijamalarımı giymiş, yatağımda yatıyor' demişti. Nitekim, buna benzer bir durum oldu: Bir Cumartesi öğleyin yatılı okuldan dönünce, Necip Fazıl'ı yatağıma uzanmış buldum. Benim kırmızı sabahlığımı giymişti. Kıllı bacakları ortadaydı. Necip Fazıl ile hiç de terbiyeli bir kız çocuğu gibi davranmadığım için, 'ulan, bu ne hal?' dedim. Kılı kıpırdamadan, pişkin pişkin açıkladı: Tepebaşı Şehir Tiyatrosu'nda, çok beğenilen bir oyunu oynanıyormuş. Temsilden sonra, onu alkışlamak için sahneye çağırıyorlarmış. Paçaları çamurlu ütüsüz bir pantolonla seyircilere gösteremezmiş kendini. Onun için, fırçalanmak ve ütülenmek üzere, pantolonu çıkartıp bizim Rum hizmetçiye vermiş. Bu ve buna benzer başka davranışları yüzsüzlüktü elbette. Ne var ki, Necip Fazıl'ı çok sevimli ve eğlendirici bulduğumuzdan, onun bu şımarıklıklarını hep hoş görürdük.'

16. Dünyanın en güzel gövdesi (Torsosu)

Necip Fazıl’ın bir diğer uçarı yanı inanılmaz özgüveniydi. Böylesine büyük mısralar yazan ve müthiş hazır cevap olan bir şairin bu denli güçlü bir özgüvene sahip olması pek tabii beklenecek bir durumdur. Mina Urgan’da bu özgüvenden kendi payına düşeni almıştır, tebessümle karşıladığı bu minik anı Necip Fazıl’ın muzipliğini bir kez daha gözler önüne serer.

  “Necip Fazıl oldukça kısa boylu, gövdesine göre bacakları fazlasıyla kısa, hiç de yakışıklı sayılamayacak bir adamdı. Gel-gelelim, kendisini bir âfet, bir erkek güzeli sayardı her nedense. Ben, on dört yaşlarındayken, Necip Fazıl'ın üstündeki gömleğe göz koymuş; bu güzel mavi gömleği, benim eski bir gömleğimle değiş tokuş etmesini önermiştim. Hiç de cimri olmadığından, buna hemen razı olmuştu. 'Ama ben gömleğimi çıkartırken, sen odada bulunmamalısın' dedi. 'Neden bulunmayacakmışım ki? Pantolonunu çıkartmıyorsun, sadece gömleğini çıkartıyorsun' diye karşı koyduğumda, yaptığı açıklamayı hâlâ gülerek anımsarım: Benim yaşımda bir kız çocuğunun, böylesine güzel bir erkek torsosu (Necip Fazıl'ın sevdiği sözcüklerden biriydi 'torso'; ikide birde torsosunu överdi) görmesi doğru değilmiş. Çünkü onun torsosunu bir görürsem, ömrüm boyunca bu güzellikte bir torsonun özlemiyle yanıp tutuşacakmışım. Bunu hiçbir başka erkekte bulamayacağımdan ötürü de, hiç kimseye âşık olamayacakmışım, cinsel hayatım kayacakmış.”

17. Beylerbeyi'nde Necip Fazıl'ın verdiği yemek ve sonrasında yaşanan derin hüzün

Uçarı, bazen şımarık, kimi an durgun ve üzgün olan şair aynı zamanda çok geniş kalpli ve sevecendi. Muzipliklere bayılan, şakalar yapmayı seven, dostlarına sıcak bir tebessümle bakan şair bazı demler müthiş üzüntülere kapılıyordu.  Yakın dostlarına verdiği bir yemeğin öncesinde ve sonrasında yaşananlar olayı anlatan Mina Urgan’ı bile hüzünlendirmişti. Heyecanla gerçekleştirilen bir davet kötü bir oyuna, hüzünlü bir sona gebeydi… 

“Beylerbeyi tepelerinde eski bir konakta, kalabalık bir aydın grubuna verdiği şölen, bu gösteriş merakının en 'eğlenceli örneğidir. O güne değin Beyoğlu'nda kıytırık Rum' pansiyonlarında oturan Necip Fazıl, bizleri o konağın zemin katma davet etti. Şatafatlı mobilyalar arasında, inanılmaz bir j lüks içinde bulduk kendimizi. Hiç unutmam, büyükçe güze bir akvaryum bile vardı salonda. Gösterişli yemek takımlarıyla süslü, pahalı ve lezzetli yiyeceklerle dolu bir büfe hazırlanmıştı. Necip Fazıl, yemeğe başlamadan önce, büyükannesinin elini öpmemiz gerektiğini söyledi. Bahçeye gittik. Biri sağda, bir solda iki merdivenle, birinci kattaki balkona çıkılıyordu. Balkonun ortasında, başörtülü yaşlı bir kadın oturuyordu. Bizler sıraya girdik ve diploma töreni yapılıyormuş gibi, sağ merdivenlerden çıktık, yaşlı kadının elini öpüp alnımıza koyduktan sonra sol merdivenden indik. Yaşlı kadın hiç konuşmuyor, 'sağ ol evladım' diyordu sadece. Sonradan anlaşıldı ki, o ihtiyar, Necip Fazıl'ın büyükannesi filan değil, konağın sahibesiymiş ve bir süredir kira veremeyen Necip Fazıl, bu el öpme törenini düzenleyerek, kadıncağızın gönlünü alacağını hesaplamış. O şölende yedik içtik, eğlendik. Necip Fazıl da formundaydı. Çok renkli, çok güzel konuşuyor; hepimizi güldürüyordu. Örneğin, elimdeki sigaradan, dumanlar saçarak bir köprünün altından geçercesine onun dev bacaklarının (daha önce de belirttiğim gibi bacakları fazlasıyla kısaydı aslında) altından geçen küçük bir Şirketi Hayriye vapuruna benzetiyordu beni. 'Bir nazar boncuğu kadar sevimli ve saçmasın' diyordu. Gelgelelim sabahın dördüne doğru neşesi filan kalmadı. Bir an önce gitmemizi istemeye başladı. Biz sabah vapuruyla gideceğimizi söyleyince, tikleri arttı, sessizliğe gömüldü.

Sabahın yedisinde telaşının nedeni anlaşıldı: Konağın bahçe kapısına bir kamyon dayandı. Kamyondan inen iki üç hamal, o görkemli mobilyaları, o şatafatlı yemek takımlarını, kamyona taşımaya başladılar. Şeytanın aklına gelemeyecek şeyler Necip Fazıl'ın aklına gelebildiği için, bütün bu lüksü bir geceliğine kiralamış meğer. O sıralarda Boğaz Köprüsü olmadığı, karşı yakaya ancak Harem-Salacak arabalı vapurlarıyla geçilebildiği için, bu lüksü sağlayan şirket, erkenden göndermiş kamyonu. Bu duruma gülemedik. Bir hüzün bastı hepimize. Necip Fazıl'ın kiraladığı ve kirasını veremediği konakta, eski püskü iki sedir, birkaç sandalye ve o güzel __akvaryum kaldı kala kala.”

18. "Dokuz yaşında ata bindim ve yalan olmasın, bir daha inmedim."

Trabzon'da feci zamanlar geçiren şairin tek dayanağı ona binmesi için verilen Arap atıdır. Tam bir at hayranı olan Necip Fazıl Trabzon’da at binmektedir. Dörtnala ilerleyen hayvan bir an tökezler ve üzerinden savurduğu Necip Fazıl’ın üzerine düşer. Kırılan kaburgalar, günlerce yataklara düşmeler ve dahası. At tutkusu ata ilk kez bindiği dokuz yaşından beri süre gelen Necip Fazıl bu tutkuyu daha da ileriye götürmüş ve Türkiye Jokey Kulübü’nün ricası üzerine “At’a Senfoni” eserini kaleme almıştır. Atlarla ilgili bildiği her noktayı kaleme alan şair onu canından etmek üzere olan o muazzam varlıklardan bir türlü kopamamıştır.

19. En büyük vicdan azabı: Selma

Selma miniciktir, minik olduğu kadar da büyük. O denli büyüktür ki abisinin en büyük pişmanlığı olur, en büyük hüznü, en büyük vicdan azabı. Abisi küçük yaşlarda farkına bile varmadığı kız kardeşini, ileri yaşlarında hayatının merkezine koyar. Bu pişmanlık dişlenmiş bir elmadan geçer. Bu elma ki vicdan müessesini sığdırabilmiştir içine. Bu elma ki Selma’nın masumluğudur, içtenliğidir. Bu dişlenmiş elma insanlığın ve şairin ruhudur. Dişlenmiş bir elmadan geçer insanlık ve anlatmaya devam eder yeryüzünün en pişman abisi, dişlenmiş bir elmanın ne muazzam acılar yaratabileceğini.

“ Selma’ya ait bir hatıram sonra sonra beni yakacak hale geldi: Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardığım bir gün, onu Selma’ya göstermiştim. Yavrucağın elinde ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna gitmişti ki, o ebediyen mahzun, yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de:

- Ağabey, demişti: bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama ziyanı yok, değil mi?

Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da almak gibi bir gaflete düşmüştüm. Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum.

- Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe ısırılmış elmayı kendinde bırakmadım? Niçin “O da senin olsun!” diyemedim.

Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur.”

Ve sonra 5 yaşında ölür minik Selma, abisinin kalbinde hep bir çentik olarak kalacaktır...

'Kız kardeşim Selma öldü. Annem, ikinci kattaki salon- sofada, orta yerdeki sedirin üstünde, yüzünü tırnaklariyle gererek çığlıkçığlık ağlamakta... Yanında onu sükûnete getirmeğe çalışan, mahzun tavırlı iki erkek... Dayılarım... Üstünde beyaz gelin tülleri uçuşan küçücük tabut, konağın selâmlık kapısından çıkıyor...”

20. Necip Fazıl'a yeniden yazdırılan istiklal marşı

'İstifamdan da bir yıl evvel, benden bir «Millî Marş» istenmişti. Akif in İstiklâl Marşı beğenilmiyor, bunun yerine bir Millî Marş isteniyordu. Hattâ (Ulus) gazetesi bu maksatla bir de müsabaka açmıştı. Demişlerdi ki baş alâkalısına:

- Bunu yazsa yazsa Necip Fazıl yazabilir; ama bir garip adamdır, yazmaz!

Ve bana teklif edilmişti. Ben de:

- Akif'in ruhuna ve eserine hürmetim var... Fakat içinde hiçbir hâs isim geçmemek ve kendi anlayışıma göre yazmak şartiyle, milletimden aldığım heyecanı böyle bir marş içinde billûrlaştırmak isterim. Razı mısınız? Öyleyse durdurun müsabakayı!

- Pek güzel!..

Demişler ve müsabakayı durdurmuşlardı.

Bu vesileyle «Büyük Doğu Marşı» meydana gelmişti..

«Doğsun Büyük Doğu benden doğarak...»

Ve yukarılarda:

«Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun;

Nur yolu izinden git, Kılavuzun!'

O zaman kimse bana:

- Bu kılavuz kimdir? Diye sormamıştı. Sorsalardı:

- Mücerret kılavuz... Millet öncüsü... Diyecektim ve yalan olmıyacaktı.

Halbuki «kılavuz» bende, majüskülle yazılı müşahhas bir delâletti; ve isteyen, onu, istediğine yakıştırmakta serbestti. Benim «Kılâvuz»um, zaman ve mekân boyunca tek rehber, Kâinatın Efendisi...Fakat Devlet Reisinin hastalanması ve peşinden ölmesi, marşın kendisine gösterilmesine engel olmuş; ve böylece manzume, «Büyük Doğu Marşı» ismiyle bana kalmış, üstelik «Büyük Doğu» ismini doğurmuştu. Nelerden neler doğuyor; ve neler nelere vesile oluyor. İşte Beylerbeyindeki yalı arsasında, Efendimin yanıbaşındayım!..

Ve yepyeni bir yolda...'

BÜYÜK DOĞU MARŞI

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Avlanır, kim sana atarsa kement,

Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allahın seçtiği kurtulmuş millet!

Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!

Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!

Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!

Babamın külleri, sen, kara toprak!..

21. Aziz hatıralarına saygıyla...

Bir avareden, hatta bir serseriden bir dava adamına dönen şair bütün bir hayatı boyunca kendi hatalarının ve suçlarının cezasını çekti. Aynalar şiirinde kendine şu mısralarla kızıyordu “Suratımda her suç bir ayrı imza, / Benmişim kendime en büyük ceza!” Fikir sancılarıyla birlikte sarıldığı kumar, hayran olduğu kadınlara yazdığı ancak sonradan reddettiği şiirler, Paris-İstanbul-Trabzon şehirlerinde geçen rezil zamanlar.

Tüm hataları, eksiklikleri, pişmanlıklarının yanında muazzam sanatı, benzersiz zarafeti, iyi kalpliliği ve sevecenliğiyle başta hece şiiri olmak üzere Türk şiirine damga vuran şair feci bir maziden benzersiz bir istikbale kanat çırpmayı da bilmiştir. Hocam dediği din adamı Abdülhakim Arvasiy’le Abidin Dino aracılığıyla tanışan, ancak Abidin Dino bu yoldan vazgeçtiğinde bile hocasının eteğine yapışıp kurtuluş arayan şair bir anlamda ruh mimarı olarak addettiği isim için “ Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” mısralarını yazıyordu.

 Türk şiirine yeni bir anlam ve renk kazandıran şair, şiir dalında benzersiz imgelere imza attı. Şiirimizin en gür ve en bilinen seslerinden biri olmayı başaran şair aynı zamanda büyük bir dava adamı olarak edebiyat tarihimizin doruğunda yer aldı. 26 Mayıs 1904 yılında doğan şair 25 Mayıs 1983’te bir çilehane olarak gördüğü dünyaya gözlerini yumdu.

 Benzersiz sanatına ve aziz hatırasına en derin saygılarımızı sunduğumuz Necip Fazıl Kısakürek hayatının en karmaşık, en çileli ilk otuz yılını sadece iki mısrayla açıklıyordu. Korkunç mazi, mükemmel bir istikbale bu iki mısracıkla evriliyordu.

 “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...”

Popüler İçerikler

18 Yaşındaki Şampiyon Balerin Eylül Sıla Ilgaz, Aile Evindeki Odasında Ölü Bulundu
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Karşıtlarına Mesaj Yolladı: "10 Yıl Daha Yaşasa Bambaşka Olurdu"
Narin Güran'ın Babası Arif Güran İlk Mahkeme Sonrası Konuştu: "Kızımı Nevzat Bahtiyar Katletti"