Agah Aydın Yazio: Mutluluğun Köyü Bulundu

Trafikte kimliğini arayan adama “Kimsin sen?” diye bana çıkışacağına “Kimim ben?” diye kendine sor deyince şaşırdı. Şaşkınlıkla onu da bana sordu, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye. Bilmiyordum. O da bilmiyordu. Ama ikimizde onu tanıyamadığımız için elleri titriyordu.

Kimim ben? Kendimi nerede bulacağım?

Lev Tolstoy’un ilk kez 1863'de basılan Kazaklar romanının kahramanı Dimitri Andreyeviç Olenin, ailesinden yüklü bir miras kalmış varlıklı bir gençtir. Moskova sosyetesini, ilişkileri ve kent yaşamının, paranın mutluluk getirmediğine ve mutluluğu Moskova dışında, taşrada bulabileceğine inandırmıştır kendini. 

Orduya katılıp, Kafkaslara gitmeyi planlar.  

Katıldığı birlik Kazakların yaşadığı Terek Irmağı kıyısındaki bir köye yerleştirilir. Yeni bir sefer emrine kadar bu köyde kalacaktır.  

Asteğmen Olenin emir eri Vanyuşa (İvan) ile birlikte diğer askerler gibi köylülerden birinin evine yerleşir. Olenin'in köyün en güzel kızı olan Marianka'nın yaşadığı eve düşmüştür. Marianka köyün en gözde delikanlısı Lukaşka’nın nişanlısıdır.

Tolstoy Olenin’in köyle ilgili ilk izlenimlerini şöyle anlatır:

“O akşam yalnız Kafkasya’da görülebilecek akşamlardan biriydi. Güneş dağların arkasına geçmiş fakat henüz ortalık aydınlıktı. Batmakta olan güneş gökyüzünün üçte birini aydınlatmış, bu ışıklar altında dağların beyaz, mat gövdeleri kesin hatlarla ayrılmıştı. Hava durgun ve bulutsuzdu. Sesler ta uzaklara kadar ulaşıyordu. Bozkırın üstüne dağların gölgesi, birkaç fersah uzunluğunda düşmüştü. Bozkırda, ırmağın diğer tarafında, yollarda ve her yerde bir sessizlik vardı. Arada bir herhangi bir yerde atlılar görünecek olsa mevzilerdeki Kazaklar da, yükseklerdeki Müslüman köylerindeki Çeçenler de hayret ve merak içinde, bu gelen hayırsızların kim olabileceğini düşünürlerdi. Üstelik akşam olduğunda ve karanlık çöktüğünde, insanlar korkularından birbirlerine sokuluyor, evlerine kapanıyorlardı. Bu uçsuz bucaksız bozkırlarda sadece insandan korkmayan vahşi hayvanlar, kuşlar rahatça oradan oraya dolaşırlardı. Bahçelerden çit örmeyle uğraşan, işlerini güneş batıncaya kadar bitirmek için çabalayan Kazak kadınlarının neşeli sesleri yükselirdi. Ortalık kararınca bahçelere ıssızlık çöker, her yer tenhalaşırdı; buna karşılık kasaba daha çok hareketlenir, her taraftan yayalar, atlılar, gıcırdayarak ilerleyen arabalara doluşmuş insanlar buraya akın ederler. Genç kızlar bol gömlekleri ve bellerine doladıkları etekleriyle, ellerindeki değneklerle neşeli neşeli gülüşerek kasabanın kapısına doğru koşuyor, peşlerinden sürükledikleri sivrisineklerle, toz bulutları içinde bozkırdan dönen sürüleri karşılıyorlardı. Karnı doymuş inekler, mandalar sokaklara dağılıyor, rengârenk cepkenli Kazak kadınları oradan oraya koşuşuyorlardı... Her taraftan gelen tiz sesler, neşeli kahkahalar, çığlıklar hayvanların böğürmelerine karışıyordu. Daha ileride birliğinden izin alıp gelmiş tepeden tırmağa silahlı bir Kazak, atının sırtında bir eve yaklaşıp, pencereye eğilerek cama vuruyordu. Hemen arkasından pencerede görünen güzel yüzlü genç bir Kazak kadınının gülümseyerek genç adama söylediği tatlı sözler işitiliyordu. Başka bir tarafta üstü başı paralanmış, kemikleri çıkmış bir Nogay işçisi bozkırdan getirdiği kamışlarla tepeleme yüklenmiş, gıcırdayan arabayı onbaşının geniş, temiz avlusuna çekip başlarını sağa sola sallayan öküzleri boyunduruktan çıkarıyor, efendisiyle Tatarca bir şeyler konuşuyordu. Sokağın tamamını kaplayan, yıllardır insanların yanından gelip geçtiği büyük bir su birikintisinin gerisinde güçlükle çitlere dayanarak yürüyen yalın ayak genç bir Kazak kadını sırtında odun taşıyordu. Elbisesinin eteğini bembeyaz ayaklarının üzerinde, hafifçe yukarı toplamıştı. Avdan dönmekte olan bir Kazak, şakacı bir tavırla: “Daha yukarı kaldırsana, utanmaz!” diye seslendi, tüfeğiyle ona nişan alıyormuş gibi bir hareket yaptı. Bunun üzerine eteklerini indiren Kazak kızı, odunları yere düşürdü. Yakası bağrı açık, göğsünün kılları ağarmış yaşlı bir Kazak, poturunun paçalarını sıvamış, balık avından dönüyordu. Omuzunda taşıdığı ağın içinde hâlâ çırpınan gümüş renkli balıklar göze çarpıyordu. Evine bir an önce ulaşmak için komşusunun yarı yıkılmış çitinin üzerinden atladı. Dikenlere takılan kaftanını çekerek kurtardı. Biraz ileride orta yaşlı bir kadın kuru bir ağaç kökünü sürükleyerek götürüyor, başka bir yönden balta sesleri geliyordu. Küçük Kazak çocukları sokak aralarında, bulabildikleri her düzlükte zıpzıp oynuyorlardı. Kadınlar, yolu olabildiğince kısaltmak için çitlerin üzerinden bahçeye atlıyorlardı. Evlerin bacalarından yükselen dumanda, yanan tezeğin kokusu duyuluyordu, her avlu gecenin sessizliği bastırmadan önce görülen canlı çalışmanın uğultusuyla doluydu.”

Olenin, servetinin yarısını har vurup harman savurmuştu, yirmi dört yaşlarında olduğu halde kendisine hâlâ hiçbir meslek seçmemiş, ömrü boyunca da hiçbir iş yapmamıştı.

Diğer taraftan mutluluğun ancak insanlara yardım ederek, fedakârlıkla elde edilebileceğine inanıyordu. 

Lukaşka yoksul ama yiğit bir delikanlıydı. Bir at alabilmek için yanıp tutuşuyordu. Parası yoktu. Olenin ona bir at hediye etti. Olenin, Lukaşka’ya atını hediye ettiğinde içinde uyanan duygulara bakarak fedakârlığın mutluluğun anahtarı olduğuna daha çok inanmıştı.

“O güne kadar ancak kendisini sevmişti, bundan kendini alamıyordu; çünkü varlığından hep iyi şeyler bekliyordu, kendi benliğinden ötürü henüz hayal kırıklığına da uğramamıştı. Moskova’dan ayrılırken geçmişteki yanlış davranışlarını anlayan, birden kendi kendine: “Onların hepsi yanlış şeylerdi, rastlantıyla olup bitmiş, önemi olmayan olaylardı. Eskiden doğru dürüst yaşamaya niyetim yoktu, şimdi Moskova’dan çıkışımla birlikte yepyeni bir hayat başlayacak. Bu hayatta artık o yanlışlar olmayacak, içimde pişmanlıklar uyanmayacak, herhalde yalnız mutlu şeyler olacak!” diye düşünen bir delikanlı gibi sevinçli duygularla gençlikten ileri gelen bir neşe içindeydi.” 

Olenin “hiçbir şeye muhtaç değildi, hiçbir şey onu bağlamıyordu. Ne ailesi, ne vatanı, ne inancı ne de herhangi bir isteği vardı. Hiçbir şeye inanmadığı gibi hiçbir şeyi kabul de etmiyordu. Yalnız, hiçbir şeyi kabul etmemekle birlikte kötümser, sıkıcı, ukalalık eden bir genç değildi; tersine, maceradan maceraya koşuyordu. Bir kere aşkın, dünyada olmayan bir şey olduğuna karar vermişti. Fakat yine de herhangi bir genç ve güzel kadınla karşılaştığı zaman adeta içi titrerdi.” 

Olenin artık değiştiğine, köy hayatının, doğanın, Kazakların onu değiştirdiğine inandığı bir zamanda Lukaşka’nın nişanlısını baştan çıkarmaya kalkmış, evlenme teklif etmişti. Bu yaptığı, zaman zaman onu huzursuz da etmişti ama ne yapsın: Marianka âşık olunmayacak gibi bir kız değildi!  

Olenin ünün, unvanların boş şeyler olduğuna kanaat getirmişti. “Ama baloda Prens Sergey yanına yaklaşıp da onunla bir iki çift tatlı lakırdı ettiği zaman, elinde olmadan, sevinç duyuyordu.  

Olenin gibi Moskova’dan gelen bir başka subay daha vardır: Beletzkiy.  

Olenin Kazaklar gibi olmaya çalışarak, onlardan biriymiş gibi davranarak, fedakârlık ederek mutluluğa ulaşacağına inanırken; Beletzkiy, varlıklı olmakla övünüyor, her fırsatta Fransızca bildiğini gösteriyor, açık açık eğlenmenin, kaldığı evdeki güzel Usenka ile gönül eğlendirmenin ve bencilliğin kendisini mutlu edeceğine inanıyordu. Gelin görün ki köylüler kendilerinden olmadığına emin oldukları Beletzkiy’i daha çok seviyorlardı.

İnsan kendini, arzularını tanımıyorsa değişebilir mi?

Tolstoy Olenin’in hikayesi üzerinden ne anlatmak istemektedir? Bilmiyorum.  

Herkesin Tolstoy’u kendine! 

Her seferinde yeniden bulunan hep aynı adamlar, hep aynı kadınlar, hep aynı yalanların tekrarı değil midir, insan? Kişilik tekrarın bilgisi değilse, nedir?  

Tekrar tekrar tekrarlayan her acının öncesinde “Bu sefer işler bambaşka olacak” dediğini unutmanın ağrısıdır, kişilik. Başka deyişle kişilik, budalalığı tekrar etmenin zevkidir. 

Güneyde bir köye yerleşirsek mutlu olur muyuz? Bilmiyorum.

Herkesin köyü kendine. 

Yüz yıl önce neredeyse tamamı köylü olan bir halkı ne İzmirliler gibi kentli pozları kesmek, ne Yeni İstanbullular gibi köylülüğü yüceltmek, ne de alacalı bulacalı Ankara zevksizliği iyileştirmez, iyileştiremez.  

Sadece samimiyet!

Hiç bilmediğimiz bir dünyaya, hiç tanımadığımız insanların ellerine doğuveriyoruz. Kimlikler giydirip, fikirler aşılayıp, acılar işliyorlar etimize. Başkalarından alınma bu kılıklardan gocunmak yerine her geçen gün etimize işlenmiş bu acıları daha fazla benimsiyoruz.

Dünyaya gözlerimizi açar açmaz bi’şeye tutunmak isteriz. Tutunmazsak boğuluruz diye korkarız. Bu “okyanussal” dünyada boğulmamak, tutunduğumuz o “şey”leri koruyabilmek için harcadığımız zamana hayat, ödediğimiz bedellere ruhsal sıkıntı diyelim mi? 

Hurafeler, şâhit olduklarını anlamaya çalışsan birinin, yaşama tutunmak için aklının bütün imkânlarını kullanarak bulduğu geçici bir çözüm olabilir. Bir tür dellenme, delirme hali de denebilir buna.  

Pessoa,  “Yaşam, başkalarının niyetleri ile örgü örmektir” der ve ekler; “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.” 

İnsan yavrusu boşluğun huzursuzluğuna katlanamadığı için başkasının arzusuna esir düşer. Delikten çıkmanın tek yolu ise delikler açmaktır.

Fikirlerinde delik olmayanlara deli denir. Deliler düşündükleri şeylerden kuşku duymazlar. Başka deyişle, deli olmadığını düşünen herkes delidir. Deli olduğundan kuşkulananlar, başka deyişle fikirlerinde delikleri olanlar ya da doğar doğmaz kendilerine giydirilen deli gömleğine delik açan huzursuzlar akıllıdır.

Düşünce sözcüklerle kurulur. Sözcükler delikleri kapatmak için türetilir. Delik yoksa sözcük, sözcük yoksa düşünce de yoktur. 

İnsan delikler ve yarıklar aracılığı ile konuşur, sevişir, dinler… 

Karşılaşmadığımız son insanı, görmediğimiz son yeri keşfedene kadar, hayat insanı yaşamaya ayartan zevkli bir macera, büyülü bir sır.  

Düşüncelerimizdeki deliklere sahip çıkarsak, hele bir de yeni delikler açabilirsek yaşamın tadına doyum olmaz. 

Görerek, severek, görülmeyi ve sevilmeyi isteyerek, karşımızdaki çocuklaştığında analık ederek, bazen kendimiz çocuklaşarak böyle böyle bir görünüp bir kaybolan “o eski talebin” peşinde bitecek bu hayat.

Psikoterapistlere göre kimi talihlilere yeterince psikoterapi uygulanırsa kişi akıl sağlığına kavuşabilir. En azından teorik olarak böyle... Ancak, kimse bunu görecek kadar uzun yaşayamaz. Yani hayata gözlerimizi yummadan önce, şu ya da bu oranda deli bir zihinle susacağız... 

Bir kişi kendisi hakkında düşünürken yaptıklarının nedenini anlayıp, deliliklerininin sorumluluğunu almaktan, bir bakıma “arzusuna sahip çıkabilmekten” başka ne umabilir ki kendinden? 

A.Gide şöyle der “Hepimiz başkalarında sadece kendimizin üretebildiği duyguları gerçekten anlarız.”  

Oysa nefes aldığımız her gün, kaçırılmış insanlardan oluşacak ziyan olmuş fırsatlara gebedir. 

Pessoa, “Sevilmeyi düşünmektir bizi tek yoran, telaşa düşürecek kadar yorar hem de.” der. Lacan, insanın her talebi sevgiyedir, diyerek anlatır insanı.  

Sevilmek için kahraman mı olmamız gerekir? 

Hemingway’in dediği gibi, tüm kusurlarınızı bilmesine rağmen, sizin hala muhteşem olduğunuzu düşünen birisinin olması yeter.  

Bir kişi yani!

Horace Walpole bu dünyanın düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedi olduğunu söyler.

Gülebilmek, hayatın bir komedi olduğunu görebilecek kadar düşünmeyi gerektirir. Bu adaletsiz oyunda kendini rolüne, yönetmenin ona layık gördüğü trajediye, o rolün gereği olan acıya kaptıranlar, yönetmenin yaz günü boynuna doladığı atkıya gülemezler. Yalnızca düşünenler gülebilir.  

Düşünenler değil hissedenler acı çeker.  

Acı düşünmeyi zorlaştırdığı için her muktedirin övdüğü, yücelttiği bir duygudur. Kralın çıplak olması ve gördüğü halde gördüğünü düşünememek elbette komiktir. Bu kahkaha sadece düşünenlere nasip olur.  

Bu yüzden gülmek bir düşünce suçudur. 

Düşünce suçu işlemeyen bir insan mutlu olabilir mi? Bilmiyorum. Herkesin suçu kendine. 

Mutluluk ne Olenin fedakârlığında, ne de Beletzkiy bencilliğinde…

Başkalarını kendisinin iyi biri olduğuna ikna etmeye çalışan bir insan, her türden kötülüğe tenezzül eder. İnsan iyi biri olmaya çalışarak değil kötülüğünün sorumluluğunu alarak olgunlaşır. 

Kendi yetersizliğini kabullenip eksiğini sahiplenmeye cesareti olanların, bir başka deyişle, kendine bakmaktan korkmayanların yaşayabileceği bir mutsuzluktur mutluluk. 

Mutluluk kendine gülebildiğin köydedir.

Popüler İçerikler

Konya'da 14 Yaşındaki Öğrencisini Taciz Eden Lise Öğretmeninin Cinsel İçerikli Mesajları Mide Bulandırdı
Yeşilçam'ın Güzellik Abidesi Oyuncuları Genç Halleriyle Günümüzde Yaşasaydı Nasıl Görünürlerdi?
Doğum Günü Pastasının Rengi ve Deseni Yüzünden Yanlış Anlaşılan Yasemin Sakalloğlu'ndan Açıklama Geldi
YORUMLAR
10.09.2020

bizim köy değıldır herhalde

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ