Tarihe biraz dikkatle bakarsan, büyük medeniyetlerin bir çekirdeği olduğunu fark edersin. Bu çekirdek genellikle bir 'vahiy' ile şekillenir. Antik Hindistan'da Veda'lar, Çin'de Konfüçyü'sün öğretileri, Ortadoğu'da Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin getirdiği mesajlar... Hepsinde ortak bir öz: Gökten gelen, insanı yere bağlayan bir söz.
Vahiy, sadece bir dinler tarihi kavramı değil. Aynı zamanda bir medeniyet kodlayıcısı. İçerdiği ahlaki ilkeler, sosyal adalet prensipleri, insan-insan ve insan-tabiat ilişkisine dair sınırlar sayesinde, bir medeniyetin ruhunu şekillendiriyor.
Fakat tarih boyunca bu bağ zedelendi. Vahiy, unutuldu, bozuldu ya da gölgede bırakıldı. Sonra ne oldu? Sadece din değil, medeniyetin de hafızası silindi.
Hafıza Kaybının Toplumsal Sonuçları
Modern medeniyetin köklerinden biri olan Batı, aslında vahiy kavramından bünyesine çok şey katmıştı. Orta Çağ Avrupası'nın skolastik yapısında bile 'doğal hukuk' anlayışı, insan fıtratına yazılmış evrensel ilkeler fikrine dayanıyordu. Hatta bazı düşünürler, Tanrı'nın insanın aklına doğru ilkeleri vahyettiğine inanıyordu. İlginçtir: Bu ilkeler, çoğu zaman Kur'an'ın ahlaki temelleriyle birebir örtüşüyordu.
Ama sonra akıl kutsallaştı. Aklın yerine bilim kondu. Bilimin yerine de verimlilik, kar, veriler, algoritmalar... Vahiy artık 'geçmişe ait' sayıldı. Oysa ki vahyin unutulması, sadece bir düşünce sisteminin kaybı değil; insanlığın öze dair referans noktasını yitirmesi demekti.
Bugün medeniyet, rotasını kaybetmiş bir gemi gibi. Yüksek teknolojilerle donatılmış ama anlam yoksunu. Hukuk var ama adalet yok. Bilgi var ama bilgelik yok. Konuşma var ama iletişim yok.