Ama bugün bu yazıda, namazı ne bir ibadet tarifi olarak ne de bir dini görev olarak konuşacağız. Bu yazının derdi, namazın zamanla, bedenle, zihinle ve anlamla kurduğu ilişki üzerine düşünmek. Yani namazı, sadece dindar bir bireyin pratiği olarak değil, insanın kendini hatırlama biçimi olarak görmek.
Zamanı yönetmek, modern çağın en büyük dertlerinden biri haline geldi. Oysa Kur’an’ın teklif ettiği zaman tasavvurunda, gün beş parçaya bölünür. Bu parçalar sadece güneşin hareketine göre değil, aynı zamanda insanın zihinsel ve duygusal ritmine göre de yerleştirilmiştir. Sabah vakti yeni bir başlangıçtır, öğle yoğunluğun ortası, ikindi düşüş anı, akşam bir geçiş, yatsı ise toparlanma ve içe dönme zamanıdır. Beş vakitlik bu ritim, insanı dış dünyanın kaosundan çekip kendi iç saatine bağlamaya çalışır.
Bu ritmik yapı, aynı zamanda bir tür mindfulness uygulamasına benzer. Ancak burada odaklanılan şey yalnızca nefes ya da düşünceler değil; varlıkla kurulan ilişki, kendi iç sesin, hayatın kaynağına duyulan farkındalık. Namazın hareketleri —ayakta duruş, eğiliş, secde— bedenin zamana katıldığı, düşüncenin bedende ete kemiğe büründüğü anlardır. Başın yere konduğu secde, modern insanın en çok unuttuğu şeyi, yani tevazuu ve teslimiyeti hatırlatır. Ve bu teslimiyet, edilgenlik değil, kendini evrenle hizalama halidir.
Peki bu ritüel neden bu kadar tekrar eder? Çünkü unutuyoruz. İnsan unutan bir varlıktır. Gün içinde maruz kaldığımız bilgi, stres, uyaran yoğunluğu içinde zihin bulanır, kalp donar. Namaz, bu unutmanın panzehiridir. Her tekrar, hafızanın tazelenmesidir. Belki de bu yüzden Kur’an namazı, sadece dua etmek değil, 'zikir' yani hatırlamak olarak tanımlar. Hatırlamak, kendine gelmektir. Sadece geçmişi değil, nereden gelip nereye gittiğini de düşünmektir.