Zikir, hatırlamak demektir. Ama neyi hatırlamak? Bu sorunun cevabı insanın varlık sebebinde gizlidir. Kur’an’a göre insan unutan bir varlıktır. Hatta insan kelimesinin bile 'nisyan' kökünden geldiği söylenir: unutan. Yani biz unutmak üzere yaratılmışız. Ama bu unutkanlık bir eksiklik değil, bir potansiyeldir. Çünkü unutabilen, yeniden hatırlayabilir. Ve hatırlamak, sadece bir bilgi değil; bir bilinç halidir.
Hatırlamak, kişinin kim olduğunu, nereden geldiğini, neye ait olduğunu ve nereye gittiğini yeniden düşünmesidir. Zikir, işte bu yüzden sadece bireysel değil; varoluşsal bir eylemdir. Her zikir, bir hafıza tazelemesi, bir benlik inşasıdır. Modern insanın yaşadığı kimlik bunalımı, sadece sosyal rollerin karmaşasından değil; derin bir hatırlayamama halinden kaynaklanır. İnsan eğer kendini neyin içinde inşa ettiğini unutursa, her şeyin içinde dağılır.
Zikir, modern psikolojideki farkındalık uygulamalarına benzer. Ama ondan fazlasıdır. Farkındalık, şimdiye odaklanmaksa; zikir, hem şimdiye hem asıl aidiyete yönelir. İnsan sadece ne yaptığını değil, neden yaptığını ve kim olarak yaptığını da düşünür. Bu düşünme hali, bir tür ruhsal toparlanmadır. Gün içinde savrulan zihin, zikrin ritmiyle toparlanır. Sözler tekrarlanır ama her tekrar, zihnin bir yerine dokunur. Her dokunuş, bir parçayı yerine yerleştirir.
Kur’an’da zikir, çokça tekrar edilen bir kavramdır. 'Beni zikredin ki, sizi zikredeyim.' (Bakara 152) ayeti, bu ilişkinin karşılıklı olduğunu gösterir. Yani hatırlayan sadece biz değiliz; hatırlandığımız da söyleniyor. Bu, inanılmaz bir yakınlık, bir aidiyet hissidir. Varlığın merkezinde unutmak varsa, bu merkeze tekrar dönmenin yolu zikirdir. Ve bu dönüş, sadece dua etmekle değil; bir yaşam biçimiyle mümkündür.