Bazı yerler, mitolojinin ta kendisiydi; tanrıların, kahramanların ve trajedilerin buluştuğu kutsal sahnelerdi. İda Dağı, böyle bir yerdi. Bu ulu dağ, sadece yemyeşil yamaçları ve rüzgârın şarkı söylediği zirveleriyle değil, mitolojinin en büyük hikâyeleriyle de anılırdı. Zeus ve Hera, tanrıların atası ve en güçlüsü, İda’nın zirvesinde, bulutların ötesinde bir törenle evlenmişlerdi. Bu kutsal birleşme, gökyüzünü titreten bir sevda hikayesiydi; ama aynı zamanda kıskançlıkların, rekabetlerin ve nice destanın kıvılcımı oldu. İda, tanrıların aşkını taçlandırırken, insanlığın kaderini de şekillendirdi.
İda Dağı, sadece tanrıların değil, kahramanların da vatanıydı. Genç Paris, bu dağın yamaçlarında büyüdü; rüzgârın fısıldadığı efsanelerle, çoban ateşlerinin gölgesinde. Yetişkinliğe adım attığında, Zeus’un ona verdiği görev, mitolojinin en çetin sınavlarından biriydi: Dünyanın ilk güzellik yarışmasında, en güzel tanrıçayı seçmek. Paris’in kararı, bir elmayı kime vereceği, sadece tanrıçalar arasında değil, yeryüzünde de yankılanacaktı. Çünkü bu seçim, Truva Savaşı’nın ateşini yaktı; aşk, hırs ve yıkımın destanını başlattı.
İda, o savaşın da sessiz tanığıydı. Tanrılar, bu ulu dağın zirvesinden, Truva’nın kanla sulanan ovalarını seyre daldı. Ama Hera, kurnazlığıyla Zeus’u alt etti; dağın tepesini bulutlarla örttü, onun savaşa müdahalesini engelledi. İda, böylece tanrıların seyir terası oldu; hem aşkların, hem savaşların hem de entrikaların sahnesi. Evliya Çelebi, bu dağa adım attığında, belki de bu kadim hikâyelerin yankısını duydu. Seyahatname’sinde, Anadolu’nun her köşesinde mitolojiyi ararken, İda’nın eteklerinde tanrıların fısıltılarını, Paris’in kararsız adımlarını hissetmiş olmalı.